İzleyiciler

30 Ağustos 2018 Perşembe

EYBEK DAĞI GECE TIRMANIŞI (28.08.2018)





EYBEK DAĞI GECE TIRMANIŞI (28.08.2018)

"Gecenin nemi mi düşmüş gözlerine?
Ne olur ıslak ıslak bakma öyle
Saçını dök sineme derdini söyle
Yeter ki ıslak ıslak bakma öyle"     (Cem Karaca)

2017 Nisan ayında katıldığım İznik Ultramaratonu'ndan beri, tepe lambamı kullanmamış, gecenin karanlığında patika yollarda yürümemiş, koşmamıştım. Daha aylar öncesinden, "Bir gece yürüyüşü yapsak ne güzel olur" diye konuşmuştuk Erhan bey ile. İşte o gün geldi, bugün o gün oldu. Erhan bey gecenin bir vakti mesaj ile önümüzdeki bir kaç gün içinde, "gece yürüyüşü" yapmayı planladığını, buralarda olup olmadığımı söylediğinde, tereddütsüz ve heyecanla, buradayım dedim. Halbuki, bizim aynı tarihlerde, ailece Mersin ve akabinde Kıbrıs turumuz vardı. Ama hiç önemli değildi. Bir gün geç çıksak yola, ne olurdu yani...

GELSİN ARTIK GECE YARISI....
Sabah yine uyuyamadım, erkenciyim yine. Akşam yatağıma girerken, "Bu gece uyuyabildiğim kadar uyuyacağım" demiştim, kendi kendime. Ama nerdeee... Yatakta kıvranmayı hiç sevmem. Bu sefer kendi kendime gün içinde şekerleme yaparsın artık diye söylenerek, kalktım hemen...



HAYDİ BAŞLASIN...
27.08.2018 pazartesi günü, saatler 23;50'yi gösterirken, çıktım evden. Ve ben Edremit'teki buluşma noktamıza, belirlenen saatten çok önce gelmiştim. Hemen Ptt binasının merdivenlerine oturdum. Bir taraftan gelene gidene bakıyor, bir taraftanda etkinlikle ilgili notlar alıyordum. Ve saatler 00;55'i gösterirken, Ayvalık, Gömeç ve Burhaniye'den gelen arkadaşlarımın aracı durdu önümde. Sırt çantamı bagaja yerleştirdikten sonra, araca altıncı kişi olarak bindim. Ve hiç oyalanmadan düştük Hanlar yoluna...

SIRT ÇANTAMDA NELER VAR....
Sırt çantamı, defalarca kontrol etmiştim. Malzemelerimi ve özelliklede tepe lambamı yedek pilleri ile birlikte kontrol etmiş, çalışır vaziyette ve hemen ulaşabileceğim şekilde, çantamın ön gözüne yerleştirmiştim. Konu açılmışken, bakın çantama başka neler koydum. Her ihtimale karşı ikinci bir el feneri, yağmurluk, polar üst giysi, şapka, baf, basit ilk yardım malzeme kitleri, enerji veren hafif atıştırmalık barlar, bir litrelik çelik su matarası (gerekirse sıcak su kaynatmak için), avcı bıçağı ve bir kaç metrelik ip...
İnşallah bişey unutmamışımdır diye düşündüm. Sonuçta yaz mevsimide olsa, dağın her an, bir çok sürprizler sunabileceğini çok biliyordum.

Bilinmelidirki, dağ yürüyüşlerinde doğru malzeme taşınması konusu, ihmal edilemeyecek kadar, gerçekten hayati öneme sahiptir...





TEPEDE AY IŞIĞI, BİZ EYBEK DAĞI YOLUNDA...
Saat 01;35. Aracımız Hanlar'da, biz Eybek Dağı yolunda. Gökyüzü nisbeten açık ve yolumuz nisbeten ay ışığı ile aydınlanmış durumda. Hatta bazı arkadaşlarımız tepe lambasını, hiç yakmadan yürümeye başladılar. Tabiki doğal ışıkta yürümek, zevkli olduğu kadar tehlikelide. Ben doğada daima, nereye bastığını görmek isterim...

Bi hayli düz, hafif rampa toprak orman yolunda, ilerledik. Hava sıcaktı. Ben tişört ile yürüyordum. Zaten bir süre sonra, üzerine polar üst giyenlerde, terleyerek üzerlerini çıkardılar...


 

BU PATİKADA GECE YÜRÜMEK, HÜNER İSTER...
Saat 02;50. Eybek Kule yol ayrımındaki, çeşme'deyiz. Yorulmadık ama burada biraz su molası verdik.
Bu noktadan itibaren, vurduk belli belirsiz patika yoldan dağa. Patika, taşlık, kayalık ve ağaç köklerinin uzantılarından oluşan tuzaklarla dolu, kıvrıla kıvrıla, sürekli tırmanış içeren bir yol. Bu patikada yürümek o kadar zorki; bir saniye gözünüzü başka bir yere çevirseniz kesin bir yere takılır tökezler veya düşersiniz. Gecenin karanlığı, ormanın karanlığı ile birleşincede, fenersiz ilerlemek imkansız hale gelmişti. Son derece dikkatli ve tek sıra halinde yürüyoruz. Bu yol, aslında bilinen bir yol ama gece ve birazda sis olunca, işler değişiyor. Allahtan Erhan beyin elinde, yürüyüş rotamızın kayıtlı olduğu Gps cihazı varda, çokta endişe etmiyoruz...



ZORUNLU MOLA...
Saat 03;50. Sis iyice bastırdı, planladığımız saatten hızlı ilerliyorduk. Bizim amacımız, gün doğumunu Eybek dağı zirvede, karşılamaktı. Ancak bu noktaya kadar, çok hızlı gelmiştik. Zirvenin, bu saatte çok rüzgarlı olacağını, korunağınında olmadığını düşünerek, bulunduğumuz noktada vakit geçirmeye karar verdik. Bulunduğumuz yer, eski bir çoban saya yeriydi. Sadece bir tarafında, yaklaşık bir metrelik bir duvar korumasının dışında, hiç bir özelliği yoktu. Hemen küçük bir ateş yaktık. Hem içimiz, hemde gönlümüz ısınsın diye. Rita hanım, termosu ile getirdiği neskafe'den ikram etti. Ve herkes sırtını duvara verdi. Kimi ateşi seyre koyuldu, kimi rüyalara daldı. Bende zihnim yarı uyanık, ama uykununda dayanılmaz tatlı ağırlığı ile içim geçmiş olarak, duvara yaşlanmıştım. Takii bir arkadaşımızın "faree" diye seslenişine kadar. İçim ne kadar geçmiş, fare ile iletişimim hangi boyutta olmuş bilmiyorum ama, bildiğim tek şey şimdiye kadar uyuduğum en güzel 15-20 dakikaydı...




ZİRVE BİZİ BEKLER...
Saat 05;10. Ateşi bir güzel söndürdük. Ve sisler içine dalarak, zirveye doğru başladık tırmanmaya. Sis o kadar yoğunlaşmıştı ki göz gözü görmeden, en önde ve elinde Gps cihazıyla Erhan bey olmak üzere, altı kişi tek sıra halinde, sadece düşmeden yürümeye çalışıyorduk. Zirveye yaklaştıkça, rüzgar etkisini hem sesiyle, hemde şiddetiyle kendisini hissettiriyordu. Daha önce, gündüzde yürümüştüm bu yolu. Yolun bu kısmı, koca koca kayalardan oluşuyordu. Ve şimdi bu kayalar, yoğun sis ile birlikte sırılsıklam olmuş ve kayganlaşmıştı. Adımlarımızı, çok dikkatle atmaya çalışıyorduk...



VE EYBEK ZİRVE...
Saat 05;40. Devasa kayaların arasından, yanından, üstünden derken zirvedeyiz işte... Tam tamına 1249 m rakımlı Eybek Baba'dayız yani. Burada rüzgar uçuruyor adeta, sis yağmur olup üzerimize yağıyor. Ağustos ayındayız ama burada içimiz titriyor, ellerimiz üşüyor. Ama biz burada olduğumuz için o kadar mutluyuzki. Fluda olsa, belli belirsizde olsa zirve fotoğraflarımızı çekiliyoruz hemen. Sonra her birimiz sırtımızı bir kayaya verip, Eybek Baba'nın mistizmini içimizde duyumsuyor, sevdiklerimizi tebessümle anıyoruz...





GÜNEŞİ GÖRMEDEN İNİYORUZ...
Hava çok sisli. Amacımız, buradan doğacak güneşi karşılamaktı. Ama şimdi şartlar değişti. Hava çok sisli ve soğuk. Biliyoruz ki ne kadar beklersek bekleyelim, bugün buradan güneşi göremeyecektik...
Saat 05,55. Gitme vakti. İnmeye başladık zirveden yine dikkatle, kayaların arasından. İndikçe rüzgar azaldı, sis dağıldı, hava aydınlandı. İnerken grubumuzun yakından tanıdığı, buralarda sayası bulunan çoban Murteza'yı, ziyaret etmeye karar veriyoruz.


ÇOBAN VE KÖPEKLERİ...
Saya zirveye yakın bir noktada. Saya'ya yaklaştıkça, çobanın havlayan köpeklerini duymaya başladık. Ve bir anda köpeklerden biri yanıbaşımızda bitiverdi. Kuyruğunu sallıyor, dostluk gösteriyordu. Tabi bizim arkadaşlarımızda bu karşılamayı kek, poğaça ikramı ile karşılıksız bırakmadılar. Yaklaşık 20-30 m daha ilerleyince, bize doğru havlayan daha iri, ikinci köpek ilede karşılaştık. Bu köpekte, bizim sevgi dolu ve kararlı yaklaşımımız karşısında önce bocaladı, havlamayı kesti ve başını uzatarak, kendisini sevdirmeye başladı.

Oda ne. Gürültü patırtıya uyandığı her halinden belli çoban Murteza, asabi bir şekilde söylenerek bize doğru geliyordu. Daha, "bu saatte burada ne arıyorsunuz, hoşgeldiniz" demesini beklerken, hezeyanla; "Köpeklere dokunmamamızı, yiyecek vermememizi, köpeklerin yalaka olduğundan dem vurarak, söylenip duruyordu. Açıkçası tüm arkadaşlar, böyle bir karşılama beklemiyorduk ve bozulduk. Anlaşılan sabahın köründe, dağın başındaki zamansız ziyaretimiz, çobanı rahatsız etmişti. Öne sürdüğü köpeklerinin yalakalığı konusunda ise hem haklı,hemde haksızdı. Haklıydı hayvanlarını emanet ettiği, güvendiği köpekleri, yabancıları içeri buyur etmişti. Haksızdı çünkü köpeklerini doğru eğitememiş, doğru besleyememiş ve sevgi ile bağ kuramamıştı. Biz çobanın tüm söylemlerine karşılık, kendisine iyi dileklerde bulunup, tekrar düştük patika yola...




HİÇBİR ŞEY NEŞEMİZİ BOZAMAZ...
İnişimiz daha hızlı oldu. Gece, sadece burnumuzun ucunu bile zor görerek geçtiğimiz patikadan, bu sefer ormanın eşsiz güzelliklerini seyrederek, mutlu ve neşeli bir yürüyüşle indik. Saatler 7;06'yı gösteriyordu, Eybek Kule kavşağındaki çeşmeye geldiğimizde. Burada kısa bir su molası verdik. Ve taşlı patika yoldan sonra, bize asfalt yol gibi gelen toprak orman yoluna inip, başladık neşe içinde yürümeye. Hava iyice aydınlanmış ama gökyüzü gri ve kapalıydı. Güneşi hala görememiştik. Sabahın bu saatinde sohbetimiz koyu, herkes mutluydu. Sohbet konumuz; dağdı, ormandı, ayakkabıydı, eğitimdi, köpeklerdi, insanlardı yani kısaca her şeydi...



BURUKLUK...
Son kilometreleri ben biraz daha sessiz ve yanlız yürümeye çalıştım. Ormanı, dağı, bulutları, sisi ve geceyi tekrar özümseyip içime çekmek istedim. Açıkçası yürüyüşe başladığımız Hanlar bölgesine yaklaştıkça, yani bittiği için yani dağdan ayrılacağım için yine içimi bir burukluk sarmıştı...



ORMANI KEMİREN HASTALIK; MADEN OCAKLARI...
Ve saat 08;15. Hanlar'da, aracımızın yanındayız. Yaklaşık 15 km civarı yürümüştük. Toplandık, bindik arabaya. Önce, Kazdağlarının enfes sularından, damacanalarımızı doldurduk. Ardından, geceden beri aklımızda olan kelle-paça çorba için düştük Havran yoluna.
Havran'a giderken Kalabak köyü civarındaki maden ocaklarının, doğada yarattığı tahribatı yeniden görmek, bizi sabah sabah yine sinirlendirmiş, yine üzmüştü. Söylendik kendi kendimize, veryansın ettik ama biliyoruz ki nafile...



KELLE-PAÇA İÇ, MUTLU OL...
Saatler 09;00'u gösteriyor. Havran çorbacıdayız. Sıcacık kelle-paçanın eşsiz lezzeti ile ne gecenin uykusuzluğu nede bedenimizdeki tatlı yorgunluktan eser kalmıyor. Çorba ile mutluluğumuz tavan yapıyor...

Saat 09;30. Edremit'teyiz. Arkadaşlarımla yine güzel temennilerle vedalaşıyoruz.

SON SÖZ;
Ruhum doydu, bedenim mutlu oldu, gecenin ve sisin örttüğü orman evim oldu, Eybek Baba'nın ruhu sis perdesinin ardından rüzgarın sesi oldu. Kâh fantastik, kâh mistizim duygularını yaşadık. İyikide geldik, iyikide gördük, iyikide.... İşte gece yürüyüşünün bende bıraktığı izlerin bir kısmı...
Bunun için parkuru planlayan ve bize rehberlik eden Erhan bey başta olmak üzere, yol arkadaşlarım Suat, Timur ve Muharrem bey ile Rita hanıma çook teşekkürler...

Tartışmasız, bu parkuru değerlendirme puanım;10/10

(Murat Turan-Akçay 2018)

10 Ağustos 2018 Cuma

GÖKÇEADA GEZİSİ (07-09 Ağustos 2018)


GÖKÇEADA GEZİSİ (07-09 Ağustos 2018)
Uzun zamandır aklımızda olan, ama bir türlü icraata geçiremediğimiz Gökçeada gezisini, bu yaz planladığımız tarihte, gerçekleştirme arzusundaydık. Aslında biz buraya, daha öncede gelebilirdik ama aile bireyleri tam kadro katılmak önemliydi. Ve şimdi o tarih geldi işte. Kalacağımız yer ve feribot rezervasyonu gibi her şey ayarlanmıştı.

1. GÜN; 07.08.2018
Sabah benim için normal, ama kızım için erken saatlerde kalkıp, kahvaltı dahi yapmadan, saat 08:15'de ev'den ayrıldık. Amacımız araba ile Çanakkale'ye kadar gitmek, buradan ise aktarmalı olarak, Gökçeada'ya geçmekti. Sabah yolculuk sorunsuz geçti. Saat 10;20 gibi Çanakkale'ye geldik. Ben aracı uygun bir yere parkederken, eşim ve kızım feribot biletlerini aldılar. Ben park yeri bulma konusunda biraz zorlanınca, saat 10;50'de hareket edecek olan Eceabat feribotuna yetişmek için Askeri Orduevinin arkasındaki sokaktan iskeleye kadar koşarak gelmek zorunda kaldım. Neyse son dakikada da olsa yetiştim. Kan ter içinde çıktım üst kata, bizimkilerin yanına. Ve başlasın yolculuk. Tabi kısa bir yolculuk oldu.
Saat 11:20'de Eceabat'tan, Kabatepe minibüslerine bindik ve yaklaşık 20 dakika sonra Kabatepe limandaydık. Elimizdeki biletlere göre Gökçeada feribotu saat 13;00'da hareket edecekti. Yani bol bol vaktimiz vardı. Bizde bekledik, beklerken sohbet ettik, birşeyler atıştırdık.


Ve 13;00 başladı Gökçeada yolculuğu. Gerçektende bu adayı çok merak ediyordum. Gerek Tv belgeselleri, gerekse bu adayı ziyaret eden arkadaşlarımdan, çok olumlu izlenimler edinmiştim. Yaklaşık 1,5 saat süren feribot yolculuğumuz çok rahat geçti. Ailece mutluyduk, heyecanlıydık. Bazı şeyler anlık seyrediyordu. Mesela kalacağımız yer, ada merkezinde bir yerken, gemiye bırakılan broşürlerinden görüp çok beğendiğimiz Yıldız koy'a yakın bir köydeki apart'ta, kalmaya karar verdik...




Saat 14;30. Gökçeada'dayız. Şaşkın şaşkın çevreme bakıyorum. Hiç yeşillik yok, her yer kıraç. Ümidimi yitirmiyorum. Valizler elimizde, iniyoruz feribottan ve hemen yan tarafta duran taksiye atlıyoruz. Ve gideceğimiz yerin adını söylüyoruz. Taksici genç bir delikanlı, Rizeli ve konuşkan. Hemen bize ada hakkında kısa kısa bilgiler verdi. Açıkçası bizi rahatlattı, diyelim...





Saat 14;45. Kalacağımız yer, Yeni Bademli köyü apart konuk evi. Dış görünüm hoşumuza gitti, karşılamada çok iyi ve apart dairemizde açıkçası beklentilerimizi karşılayacak gibi duruyor. İleride izlenimlerimi paylaşacağım...

Dairemize yerleşiyoruz, günün yorgunluğuna sıcakta eklenince, ailece 16;30'a kadar uyuyoruz...

"Hey Turinkler, uyumayamı geldik. Hadi çıkıyoruz" söylemi ile atıyoruz kendimizi, adanın sokaklarına. Ve başlasın gezi...

Planımız bugün ada şehir merkezini gezmek, ertesi gün ise Yıldız koy'da denize girmek, Bademli ve Kaleköy'leri gezmek ve Yukarı Kaleköy'de balık yerken meşhur günbatımını izlemek.


Başlıyoruz ada merkezini, sokak sokak gezmeye. Ada insanıyla, sokakları ve esnafıyla bizi hemen içine alıyor. Kanımız kaynıyor. Adayı daha şimdiden, çok sevdik. Burada kuzu-oğlak tandır revaçta bir yemek. Bizde öyle yaptık, kilo ile eşimle bana tandır, kızıma ise her zamanki gibi köfte sipariş verdik. Afiyeyetle yedik, üzerine bir de künefe gönderdik...




Ana cadde üzerinde takı, magnet satan şirin ve sıcakkanlı bir hanımefendiden, "Marlin Hediyelik'ten" magnet aldık. Buradan hemen başka bir sokağa daldık. Buradada şirin bir takıcı vardı. "Cocina". Buradanda kızım bana, kaplangözü bileklik aldı.




Ve geldik mavi beyaz ahşap sandalyeleri ile şirinmi şirin, bir sokağın içine serpiştirilmiş masa sandalyeleri ile Salkım Kahve evine. Burada nefis sunumu ve lezzeti ile Türk kahvelerimizi içip, falımıza baktırdık, ailece neşe içinde sohbet ettik...

Akşam geç saatlerde, kendimizi apart dairemize attığımızda, hem mutluyduk, hemde yorgun. Benim bugün nedense, sol dizimde müthiş bir ağrı başladı. Her adımda, sanki tendonlar birbirine sürtüyormuş gibi kırt kırt gelen sesle birlikte, dayanılmaz ağrılar oluyordu. Yani benim için gece bitmişti, ama bizimkiler için değil. Biraz balkonda oturduktan sonra, Yeni Bademli sokaklarında turlamak üzere, dışarı çıktılar....

2. GÜN; 08.08.2018
Ben her zamanki gibi yine erken kalktım. Eskiden olsa, hemen koşmaya çıkardım ama ah şu sakatlığın gözü kör olsun... Şimdi ise yazıyorum. Ya şiir yada gezdiğim yerleri. Bu sabahta öyle oldu. Önce Uludağ zirve yürüyüşü ve kültür gezisinin yazısını bitirdim, şimdide Gökçeada gezimizi yazıyorum...

Saat 09;30. Kızım ve eşim uyandı, kahvaltıya iniyoruz. Otelin kahvaltı sistemi açık büfe şeklinde. Çeşit yeterli, orijinallik sıradan...



YENİ BADEMLİ APART OTELİ, TANIYALIM...
Dinlenmek üzere, dairemize çıkıyoruz. Bu arada otelde odalar; dubleks, 2+1, 1+1 apart dairelerden oluşuyor. Biz ikinci kat 1+1 apart dairede kalıyoruz. Daireler balkonlu, klimalı ve gayet kullanışlı. Apart otelin içide, dışıda çok şirin. Her sene, gelenekselleştirmeyi düşündüğümüz, Turinkler Gökçeada buluşmasını, burada yapmaya karar verdik...

Hava sıcak, kahvaltıyı sıkı yaptık. Odada herbirimiz bir yerde uyukluyor veya bişeylerle uğraşıyoruz. Haydi, şimdi deniz zamanı. Bakalım denizi nasılmış.





YILDIZ KOYU...
Saat 14;00. Giyindik mayolarımızı, aldık sırt çantamızı, yürümeye başladık Yıldız koy'una doğru. Yıldız koy'u çok uzak değil, yürüme mesafesi 8-10 dakika. Ve koy'dayız. Koy'un hemen solunda paralı otopark var. Sağında ise çadır camping. Biz direkt plaja gittik, paralı şezlong ve şemsiyelerden birine konuşlandık.

Ve koşarak deniz. Deniz hafif dalgalı. Dalgalar, insanların kendisine attığı çöpleri kıyıya getirerek, iade etmeye çalışıyor. Ama 9-10 m sonra, deniz muhteşem. Zaten bu bölge, resmi gazetede de yayınlanarak, "Sualtı Deniz Parkı" olarak ilan edilmiş ve koruma altına alınmış. Ve her türlü su avcılığına yasaklanmış bir bölge.

Akşam 17;00'a kadar denizdeyiz. Akşam biraz yorulacağız, onun için bir an önce otele gidip, duş almak ve dinlenme arzusundayız.



MUHTEŞEM GÜNBATIMI...
Saat 19;15 gibi otelden çıkıyoruz. Yukarı Kaleköy'de balık yiyip, herkesin anlata anlata bitiremediği günbatımını, burada izleyeceğiz.
Hava çok güzel, sıcak ama tatlı bir esinti var. Gideceğimiz yer görüş alanımızda ve yürüme mesafesinde. Sadece biraz tırmanacağız.
Yıldız koy'a giderken, sola rampa yukarı doğru kıvrılıyoruz. Biraz sonra sağımızda solumuzda görseli çok güzel, bahçeli taş evlerin arasından geçiyoruz. Ama hangisinin özel ev, hangisin motel-restoran olduğunu, yanına varıncaya kadar kestiremiyorsunuz. Bu arada yol boyunca gördüğüm incir ağaçlarının, beni ne kadar mutlu ettiğini, söylemeye gerek bile yok. Bu sabah koyda denize girerken, yaşlı bir teyzeden satın aldığımız ada incirlerinin, tadına doyamadım.
Neyse, evet bu bölgede bir iki özel kullanımda olan evlerin dışındaki tüm bina ve evler, ya pansiyon ya apart yada restoran, işyeri olarak kullanılmakta.



Geldik renk renk boyanmış merdivenlere, daracık sokakların arasından, balık yiyeceğimiz "İmroz Poseidon'a". Girişte restoran çalışanları karşılıyor bizi. Rezervasyonlu geldik. Bize masamızı gösteriyorlar. Ahşap mavi-beyaz masalar tepede, açık alana yerleştirilmiş. Deniz ayaklarımızın altında. Güneş bulutların arasından, gökyüzüne kızıllığını çoktan yaymaya başlamış. Hemen yanıbaşımızda 30 m ötemizde, kale kalıntıları ve üzerinde dalgalanan al bayrağımız. Bir çok insan, sevdiklerini ve soğuk içeceklerini alıp, gün batımını izlemek için kaleye gelmiş. Gerçekten anlatıldığı kadar var, buradan gün batımı manzarası olağanüstü güzel. Hatta harika, müthiş, şahane...




İMROZ POSEIDON...
Gün batımı izlemi, fotoğraf çekimi derken "İmroz Poseidon'dan" bahsedemedim. Evet manzara, konum şahane. Müzik nostaljik türk, rum müziği biz yaştakiler için süper. Mezeler genelde rum mezeleri, acı ağırlıklı. Çok özel, beni uçuran bir tat bulamadım, açıkcası. Balık. Evet, orada durun işte! Minekop yedik. Pişirme, sunum ve lezzet harikaydı. Manzaraya yakışır, bir lezzetti. Üstüne sakızlı muhallebi de güzel bir tat bıraktı, ağzımızda. Ve final, Türk kahvesi tabiki. Çalışan garsonlar güler yüzlü, arı gibi koşturan, nazik gençlerdi. Bizim masaya bakan Deniz kızın yaklaşımı, konuşması, olgunluğu ve terbiyesi bizi çok etkiledi. Bu kadar anlatımın üzerine, "fiyatlar nasıldı !" diyenleri duyuyor gibiyim. Eee... Her güzel şeyin, bir bedeli vardır. Parayı seviyorsanız eğer, değil buraya gelmek, bence evden hiç çıkmayın derim...
Mutluyuz, güneşi batırdık, midemize ziyafet çektik. Motele dönüyoruz...






AŞAĞI KALEKÖY...
Saat 22;30. Motelde çok güzel birer Türk kahvesi içiyoruz. Ve ardından, sahilden Aşağı Kaleköy'e yürümeye, karar veriyoruz...
Hemen Kaleköy'e girişteki bardan gelen, çok güzel bir ege şarkısı, kulaklarımızı okşuyor. Sahilde, 3-4 balık restoranı, yan yana hizmet veriyor. Geçiyoruz restoranları, Liman bölgesinde onlarca hediyelik eşya satan rengarenk ışıl ışıl, tezgahlar görüyoruz. Tabi bizimkiler dururmu, dalıyorlar içine...
Normal olarak, yarın ayrılmayı planlıyorduk. Ama bugün o kadar dolu ve güzel geçtiki, acaba bir gün daha mı kalsak, demeye başladık...

Saat çok ilerledi, yarın duruma göre karar vereceğiz. İyi geceler, Turinkler....

3. GÜN; 09.08.2018

Ben yine erkenciyim. Bizimkiler uyuyor. Ben ise dün yaşadıklarımızı yazıyorum....

Eşimle, kahvaltıdayız.. Bu adanın, her gelişimizde farklı yerlerini keşfetmenin, daha doğru olacağını düşünüyoruz. Her şeyi tadında bırakmaya, yani bugün gitmeye karar veriyoruz...


Saat 13;00. Kabatepe feribotundayız. Seneye görüşmek ümidiyle, elveda Gökçeada....