İzleyiciler

29 Ocak 2020 Çarşamba

EYBEK DAĞI TIRMANIŞI (26.01.2020)


EYBEK DAĞI TIRMANIŞI (26.01.2020)

"Elazığ ve Malatya depreminde canlarını veren canlara itafen"

Kazdağları deyince sizin aklınıza ne gelir bilmem ama benim aklıma ilk gelenin Sarıkız ile Eybek olduğunu söyleyebilirim... Çünkü ne zaman dağlara baksam, hemen göz göze geliriz bahtsız erenlerle... Yüreğimize hasretliğin ateşi düşer hemen oracıkta. Kuş olup uçası, erenlerin karlı zirvelerine konası gelir deli gönlümün... Adı üzerinde deli gönül işte... Nereden bilsin öyle kuş olup uçamayacağını, uçupta hemencecik erenlere kavuşamayacağını, daha nice zaman yanıp yakılacağını...
Tamı tamına on dört ay... Evet dile kolay tam on dört ay... Ne yaptıysam ne ettiysem gidemedim, kavuşamadım onlara... Tek başıma gitmeye kalktım eşim bırakmadı, dostlarıma dedim "hadi gelin beraber gidelim" diye gelmediler. Yanıma in aradım cin aradım, yinede bulamadım yanıma bir eş... Taaaki İda Dağcılık Kulübünün, 2020 faaliyet programı yayınlanıncaya kadar... İşte o an mutluluktan nasıl havalara uçtuğumu görmeliydiniz...

İsterseniz gelin daha fazla lafı uzatmadan bundan sonrasını; görüp yaşadıklarımı hep beraber yürürken etraflıca anlatayım sizlere...

26.01.2020 Pazar...

Sabah her zamankinden daha erken kalkıyorum. Yüreğimde bir sevinç ve heyecan... Önce bişeyler atıştırıyorum, sonrası elimde yeşil çay fincanı, keyifle geçiyorum salondaki Tv başına... Ama televizyonu açar açmaz ne keyif kalıyor bende, nede huzur... Ekranda Elâzığ, Malatya depreminden enkaz görüntüleri bütün enerjimi, neşemi alıp gidiyor benden. Biran canımızdan can alan 17 Ağustos 1999'a gidiyorum ruhen. Kaybedilen hayatlar, feryat, gözyaşı ve hüzün... İda dağcılıktan gelen telefon ile kendime geliyorum. Keyif içinde oturduğum koltuktan kederle kalkıyor, çıkıyorum alel acele evden...



Yolumun üzerinden önce Meral hanımı alıyorum. Sonra birlikte İda dağcılıktan arkadaşlarımızla buluşmak üzere, Edremit meydanına gidiyoruz...
Saat 08;15... Edremit meydanındayız. Hava tam olarak aydınlanmamış olacakki sokak lambaları halen yanıyor.. İşte arkadaşlarımızda karşıda lokantanın önündeler. Yanlarına doğru yürüyüp, selamlaşıyoruz hemen. Ayak üstü eski tanıdıklarımızla hasbihal, yeni tanışdıklarımızla ise hal hatır edip daha fazla oyalanmadan biniyoruz araçlarımıza... Ve vuruyoruz Hanlar yoluna...


Gelip iniyoruz araçlardan Gülsüm Ana mevkiinde... Bizi ilk karşılayan, her birinin kulakları kesilmiş yaşlı çoban köpekleri oluyor. Korkutucu görünümlerinin aksine dostane yaklaşıyorlar bize. Bizde onlara...



FARKLI İNSANLAR, ORTAK AMAÇ
Saat 09;15... İda Dağcılık Kulübü sorumlu yöneticilerinden Ayşen hanımın ikazı ile çember oluşturacak şekilde toplanıyoruz. Önce kurallar anlatılıyor, sonra tamı tamına tam 23 doğa sever tek tek kendisini takdim ediyor. Görüyorum ki arkadaşlarımızın her biri meslek erbap sahibi. Yaşlısıda var gencide. Öğretmenide var, doktoruda. Çalışanıda var emekliside. Sabahın köründe yollara düşüp taaa Balıkesir'den gelenide var, Ayvalık, Gömeç ve Altınoluk'tan gelenide... Geldiğimiz yerler, mesleklerimiz ve yaşlarımız farklı olsada her birimizin tek bir amacı var; doğa ile bütünleşmek, huzur bulmak, mutlu olmak...


İşte bu ortak düşünce ile neşe içinde dalıyoruz yanıbaşımızdaki ormanın içine. Daha yürüyüşe başlar başlamaz herkes yanındaki ile de sohbete başlıyor. Sohbet dediğim öyle bıktıran ve esir alan cinsten değil. Gayet seviyeli ve yerinde. Yeri gelince bu sohbetlerden bahsedeceğim. Şimdi bi bakın bakalım nasıl bir parkurda yürüyoruz. Eybek Dağına defalarca farklı rotalardan çıkmama rağmen, bugünkü rotadan ilk defa yürüyeceğim. Pek tabiki bununda bende ayrı bir heyecanı var...




Neyse Kızılçam ormalarının içinden vuruyoruz rampa yukarı. Bi süre sonra düz bir patika yola düşüyoruz. Hava oldukça sıcak ve daha yürüyüşün başındaki dik tırmanış terletiyor bizi. Kısa bir duraksama ile üzerimizdeki fazlalıklardan kurtuluyoruz. Yolumuza çıkan küçük kar birikintileri bazı arkadaşlarımızı heyecanlandırıyor. Tabi şunu da söylemem gerekirki aslında bugün buraya gelenlerin çoğu, karda yürüyüş yapma hevesi ile geldiler. Ve haliylede iki hafta önce yağan kardan kalan bu küçük birikintiler, onlar için sevinç kaynağı oluyor. Ama bilmiyorlar ki şu an ki rakımdan 750 metre daha yükseğe çıkacağız da karlara bata çıka yürümekten helak olacağız... Açıkçası bende bilmiyordum...





YORGUNLUKTA NE Kİ...
Yürüyoruz neşe içinde. Aşırı yağışlardan yumuşayan toprağa tutunamayıp köküyle birlikte devrilen ağaçların üzerinden, kayaların kıyısından köşesinden keçiler gibi atlaya zıplaya tırmandıkça tırmanıyoruz. Nefesimiz kesilip, bacaklarımız tutmaz olsada, yüzümüzden gülümseme hiç eksik olmuyor... Demek ki mutluyuz. Mutluysak, yorgunluk ta neki...




Tırmandıkça Kızılçamlara üzerindeki tek tük kızıl yaprakları ile çıplak meşeler eşlik ediyor, kar örtüsü ise yükseldikçe artıyor... Duraksıyoruz yamacın bir kertiğinde, bir kaç nefes alımı. Dönüp şöyle bir arkamıza bakıyoruz. Manzara şahane... Yürümeye başladığımız Gülsüm Ana'nın bulunduğu vadi, kuşbakışı ayaklarımızın altında... Gerçi şu çirkin yapılaşmada olmayaydı!...




KULE...
Saat 10;25. Eybek Kule'deyiz... Özlemişim burayı. Kuleye çıkıp uçsuz bucaksız ormanları seyretmeyi, bayrak formundaki ağaçlarını, kıvrımlı toprak yollarını, rüzgarını...
Grup olarak fotoğraf çekimi sonrası, ayrılıyoruz kuleden... Gitmeliyiz. Gitmeliyiz çünkü Eybek Baba bizi bekliyor...




Hiç oyalanmıyoruz. Aşağıya inip çeşmenin yanından vuruyoruz Eybek'in karlı ve dik patika yollarına... Bu andan itibaren tek sıra halinde ilerliyoruz. Yol yok, iz yok. Hava gittikçe soğumaya, puslanmaya başlıyor...







SİSLİ FANTASTİK...
Durmadan yürüyor, daha doğrusu tırmanıyoruz. Rüzgar bildiğimiz patikalara metrelerce kar biriktirip, devasa kayalar arasında bacak kıracak cinsten, tuzakvari boşluklar oluşturmuş... Bir taraftan pür dikkat adımlarımızı atmaya çalışıyor, diğer taraftan ise içinde bulunduğumuz olağanüstü güzellikteki sisli fantastik ortamın, tadını çıkarmaya çalışıyoruz. Görüş mesafesi on metre var yada yok. Hava dingin mi dingin. Ayak seslerimizden başka çıt yok. Kendi adıma söylemem gerekirse korkunç mutluyum. Hatta biran için kendimin burada yanlız olduğumu düşlüyorum. Adrenalin seviyem artıyor, mutluluğum tavan yapıyor. Ve kendime, en kısa sürede tek başıma dağlarla kucaklaşma sözü veriyor, hızlanıyorum biraz... Önümde yürüyen arkadaşlarım sisler içinde, belli belirsiz görünüyor. Anlaşılan biz hayal dünyasında iken ön tarafla mesafe iyiden iyiye açılmış...
Ama emin olun az bile anlatıyorum. Sanmayın bir ben mutluyum. Burada bulunan herkes ne kadar zorlanırsa zorlansın netice itibariyle çook mutlular...






Artık Göknarların içindeyiz. Çok severim Göknar ağacını; şeklini, boyunu posunu, rengini, yumuşacık körpe iğne yapraklarını... Göknarlara geldiyseniz bilinki Eybek Baba'nın hemen yanıbaşındasınızdır artık... Bu arada Eybek Zirveye bir çok noktadan çıkılabileceğini bilmenizi isterim. Biz bugün Eybek'in kuzey yamacından zirveye ulaşmaya çalışacağız... Tabiki rota kuzey yamacı olunca; soğuğu daha çok hissediyor, tabiat ananın, ağaçların, kısaca herşeyin buza kestiğine şahit oluyorsunuz...



AK SAKALLI BİR EREN...
Saat 12;15... İşte bakın! Eybek baba'nında sakalı bıyığı buz tutmuş... Heyecan içinde hızlanıyorum. Eybek Babaya gündüz de gelmiştim, gecenin zifiri karanlığında da. Yağmur altında da tırmanmıştım ona, uçuran rüzgarlara karşı da. Ama kar altında, beyaza bürünmüş olarak hiç görmemiştim Eybek Babayı... Beyazlar içinde ak sakallı bir eren...


HİKAYESİ OLMAYAN TÜRBE (?)...
Eybek'e tırmanırken arkadaşlarıma, buranın hikayesini biliyormusunuz, diye sormuştum. Arkadaşlarımda buranın bir hikâyesi olmadığını, varsada uydurma olabileceğini söyleyince, başlıyorum anlatmaya...

Kazdağları, efsaneler dağıdır. Kazdağlarının mitolojideki adı İda dağlarıdır... Çoban Parisin yaşadığı, tanrıçalar arasındaki ilk güzellik yarışmasının burada yapıldığını bilmeyeniniz yoktur sanırım. Ve Sarıkız efsanesi, filmlere konu olan Emine ile Hasan'ın hazin hikayesi, Hasan Boğuldu göleti... Bunların hepsi birer rivayete dayalı efsanelerdir... Doğal olarak efsaneler süregelen zaman içinde anlatıcıya göre değişimlere uğrayabilir... Ama gerçek olan bişey varki, öyle yada böyle kaz çobanı Sarıkız'da, koyun çobanı Eybek'te bir şekilde bu yalancı dünyada yaşadılar ve yıllar boyunca dilden dile aktarıldı, anlatıldılar...


BİRDE BENDEN DİNLEYİVERİN...
Şimdi müsaade ederseniz birde benim ağzımdan dinleyiverin Eybek Babanın hikayesini...

"Rivayet odurki bir zamanlar Edremit ovasında varlıklı bir ağa yaşarmış. O zamanlarda varlıklı demek; toprak demek, hayvan demekmiş. İşte bu ağanında uçsuz bucaksız toprakları, sayısız hayvanları ve haliylede marabaları, çobanları varmış...

İşte Eybek'te bu çobanlardan birisidir. Dürüstlüğü, sadakati ve işini en iyi şekilde yapması ile ağanın en güvendiği çobanların başında gelirmiş...

Rivayete bakın ki ağanın birde güzel mi güzel kızı varmış. Ve çoban Eybek ne yapıp ettiyse gönlüne söz geçiremeyip, sevdalanıvermiş ağanın kızına. Ağanın kızınında Eybek'e karşılık verdiğini gören köylüler kıskançlık ve hasetlikten uyuyamaz olmuşlar. Ne yapıp edipte, Eybek'i ağanın gözünden düşürsek diye fırsat kollar olmuşlar...

Bir gün köylüler Eybek'in günün en sıcak saatinde açık arazide koyunları otlattığını görmüşler... "Bu sıcakta koyun otlatılır mı, hayvanlar telef olacak" deyip koşarak ağanın huzuruna çıkmışlar. "Ağam senin şu yere göğe sığdıramadığın çoban var ya koyunlarını sıcağın altında otlatıyor. Mazallah hayvanlarının hepiciği birden telef olacak, kıtlık gelecek demişler." Ağa önce şaşırmış. En inandığı, güvendiği Eybek'in böyle bişey yapmasına ihtimal vermemiş ama köylü köye kıtlık gelecek diye ısrar edince, silahını kuşandığı gibi atlamış atına sürmüş koyunların otlatıldığı tepeye. Havada köylülerin dediği gibi sıcak mı sıcak, güneş tepede yakıp kavuruyor... Ağa geliyor, bir bakıyor ki uzaktan sürü gerçektende açık arazide otluyor... Ağa çok sinirleniyor, hemen çıkarıyor silahını basıyor tetiğe... Ve Eybek olduğu yere yığılıyor...

Ağa atını tekrar sürüyor yere düşen çoban ile koyunlara doğru... Sürüye yaklaştıkça koyunların tepesinde bir bulut kümesi olduğunu, koyunların ise bu bulutun gölgesinde keyifle otladıklarını görür. Bu durum karşısında, yüreğine saplanan bir sızı ile hemen başını, kanlar içinde yerde yatan Eybek'e doğru çevirir... Ve çobanın ruhunun, asası ile birlikte göğe, dağlara doğru yükseldiğine şahit olur...

Ağa kısa bir şaşkınlıktan sonra hızla atını asanın peşine, tepelere doğru sürer ve uzun bir müddet sonra yorgunluktan bitap halde iken bugün ki Eybek tepesinde çobanın asasını bulur...

Bunu duyan yöre halkı çoban Eybek'in erenlere karıştığına inanarak, tepeye onun adına bir türbe yaparlar. Ve bu tepenin pınarlarından kana kana su içerlermiş. İçerlermiş ki çoban Eybek'in doğruluk, dürüstlük ve sadakatinden bir nebze olsun nasiplenebilsinler diye... İşte o gün bugündür 1350 rakımlı bu tepenin adı Eybek tepesi olarak anılır... Ve yine derlerki Eybek dağından çıkan suları içenler "sadakat ve doğruluktan hiç ayrılmazmış..."

İşte bizim Eybek Babanın hikayeside böyledir. Onun içindirki burasıda bana Sarıkız gibi huzur verir, arındırır tüm kötü düşüncelerimden...



ZİRVE...
Eybek Babanın yanındayız tam 23 kişi. Kar kış olmasının aksine, rüzgar yok denecek kadar az. Çünkü iyi bilirim ben buranın uçuran vede Ağustos'un ortasında bile donduran rüzgarını... İşte buz kesmiş kayaların üzerindeyiz. Ama zerre üşümüyoruz. Önce toplu fotoğraf çekimi yapılıyor. Sonra dileyen Eybek Baba ile başbaşa kalıyor. Sanırım yanlızca ben mi demeliyim... Kalıyorum çünkü onun yanına oturup Elazığ ve Malatya depreminde hayatlarını kaybedenleri fısıldıyorum kulağına... Hayatın kendisi bu diyorum. Doğum ile ölüm arasındaki çizgi. Kiminin çizgisi uzun, kimininki ise kısa...




Toplu fotoğraf çekiminden sonra biraz daha aşağıda, Eybek Babanın sakal ve bıyıklarının dibinde kısa süreli bir mola veriliyor. Çıkarıyor herkes çay termosunu, yüzlerde tebessüm ve büyük bir iç huzuru ile yudumluyor sıcacık çaylarını... Ve sonrasında başlasın dönüş...






DÖNÜŞ...
Dönüşümüz Eybek dağının güney yamacından olacak. Önce rüzgardan kar tutmayan taşlık, kayalık, çıplak bir alandan geçiyoruz. Sonra yine bildiğimiz karlı ve puslu patikalar. Tek sıra halinde atıyoruz adımlarımızı. Yine şahane bir manzaranın içinde yürümenin zevkini yaşıyoruz. Rüya aleminde gibiyiz...









BODOSLAMA İNİŞ...
Ormanın içine girdikçe iniş yolumuz daha dikleşiyor, kar seviyesi daha bi yükseliyor sanki. Patika yoldan çıkıyoruz belliki. Bildiğiniz bodoslama bir inişle karşı karşıyayız. Buraları bilirim. Devasa kayalar, devrilmiş ağaçlar ve çukurlar vardır. Ama şimdi her yer karla kaplı, her yer aynı seviyede görünüyor. Attığımız her adımda bazen dizimize kadar kara gömülüp düşüyor, bazende kayaların arasındaki boşlukta sıkışıp kalıyoruz. Kaç defa ayağım boşluğa geldi, kaç defa dizim, ayağım ters döndü bilmiyorum ama sağ dizim korkunç ağrımaya başladı. Bir benmiyim düşüp kalkan. Tabiki hayır abartısız herkes aynı durumda. Hele Meral hanım. Kadıncağız hacıyatmaza döndü adeta. İki üç adımda bir hoop yerde... Ve çiçeği burnunda Fizyoterapist Sertan kardeş. Oda aynı şekilde düşe kalka ilerlemeye çalışıyor. Artık tek düşüncemiz kazasız belasız aşağı inmek oluyor. Zevkle yürüdüğümüz yol biraz abartı olacak ama ölüm kalım mücadelesine dönüyor.



Neyseki çok sürmüyor bu durum. İniyoruz Kumlucadan Eybek kuleye çıkan patikaya... Herkes tas tamam, kazasız belasız derin bir nefes alıyoruz... Sonra tekrar koyuluyoruz yola...


Bundan sonraki yolumuz, genelde tatlı bir inişi olan, düz orman içi yolları olacak... Ama bir süre daha karlı yollarda yürüyoruz. Herkes yanındaki ile hoş sohbet içinde. Keyifler yerinde...






BEN BİR CEVİZ AĞACIYIM...
Hanlar yönüne yürürken, bir dere yatağının yanından, keskin bir dönüşle sağa giriyoruz. Kar hala terketmedi bizi. Beyaz, yeşil, kızıl ve kahve renklerinin müthiş uyumu içerisinde, ağaçların arasında yürüyüp, çıkıyoruz bir yangın söndürme havuzunun önündeki genişçe alana. Alanın tam orta yerinde, yapraklarını dökmüş bir ceviz ağacı selamlıyor bizi. Kayıtsız kalmıyoruz bizde bu selamlamaya. Toplaşıyoruz hemen önünde ve çekiliyoruz hatıra fotoğrafımızı... Güzel bir yer. İç ferahlatıcı. Biran aklımdan burada çadır kurup kamp yapmalıyım düşüncesi geçiyor... Bu düşünce beni mutlu ediyor... Kimbilir, belki de yaparım!.. Ben mutlu olunca konuyla ilişkilendirdiğim bir şarkının veya türkünün sözleri hemencecik dilime dolanıverir. Tıpkı şimdi olduğu gibi...



" Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane parkında,
Ne sen bunun farkındasın nede polis farkında..."




Cem Karaca'nın bu efsane şarkısı zihnimde dönüp dururken, aheste adımlarla yürüyorum arkadaşlarımın ardı sıra, ormanın içine doğru...



Yol boyunca bir çok ağacın, iki hafta önce yağan karın ağırlığı ile devrilip, yolu kapattığını görüyoruz. İşte hayat böyle bişey. Güçlü olanlar güç koşullara direnip yaşarken, güçsüzlerin yok olduğu bir dünya... Ne dersiniz! İnsanlar içinde aynı şey geçerli değilmi, sizce... Ölü ağaçların altından ve üstünden, geçip gidiyoruz öylece hayatı hiç sorgulamadan!..



Ve çok sürmüyor çıkıyoruz Kızılçamların arasından asfalt yola. Saatler 15;00'i gösterirken araçlarımızı bıraktığımız yere geliyoruz...

Arkadaşlarımızla vedalaşıp hemen ayrılmak istiyoruz ama herkes burada değil... Rehberimize soruyoruz Ayşen hanım başta olmak üzere, diğer arkadaşlarımızı. Onların bir üst yoldan geldiklerini söyleyince, bizde burada olmayanlara selamlarımızı iletip, iyi temennilerle ayrılıyoruz yanlarından...


SON SÖZ...
Görseli muhteşem, hazzı sonsuz ve bizim için maneviyatı yüksek bir parkuru tamamlamanın mutluluğu ile hüznünü bir arada yaşadık bugün...

Hüznü diyorum, çünkü Elazığ ve Malatya depreminde canlarını veren canları, aklımızdan hiç çıkarmıyoruz. Ve müsaade ederseniz bugünkü Eybek Dağı tırmanışını, onların anısına ithaf ediyorum... Hepisinin ruhları şad olsun...

TEŞEKKÜR ŞART...
Bu kar kış günü, bizleri Eybek Baba ile buluşturarak yüreğimizdeki özlemi söndüren; İda Dağcılık Kulübünün kıymetli yöneticileri Savcı bey ile Ayşen hanım başta olmak üzere, rehberliği için Ahmet beye, yol arkadaşım Meral hanıma ve güzel sohbeti için çiçeği burnunda genç fizyoterapist Sertan kardeşimize, Süleyman beye ve yanyana yürüyüpte isimlerini burada zikredemediğim tüm arkadaşlarıma çook teşekkür ediyorum....

Not: Bu yazıda kullanılan toplam 60 adet fotoğraftan 1, 36, 45, ve 46-ıncı fotoğrafların çekimi Meral Kantur'a, 34'üncü fotoğraf Taner Kalkan'a 35'inci fotoğrafın çekimi ise İda Dağcılık'a ait olup, diğer çekimlerin tamamı bana aittir.

( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )

Murat Turan - 2020