İzleyiciler

27 Kasım 2018 Salı

KAZDAĞLARI AYIGEDİĞİ- DÖŞEMEDERE- KARANLIKDERE DOĞA YÜRÜYÜŞÜ (25.11.2018)


KAZDAĞLARI AYIGEDİĞİ- DÖŞEMEDERE- KARANLIKDERE DOĞA YÜRÜYÜŞÜ (25.11.2018)

Bugün Kazdağlarının derinliklerinde yürüyüp, doğa ana ile kucaklaşacağız. Ama yürüyeceğimiz parkurun ismine bir bakarmısınız. Ayıgediği !...Karanlıkdere !.. Ne kadar iç açıcı isimler değilmi... Umarım bugün doğa ana yerine, Karanlıkdere'nin karanlık patikalarında kaybolup, Koca oğlanla kucaklaşmayız...


Bakın güne nasıl başlamışız... Evet, sabah erkenden uyanıyor, kahvaltımı yapıyorum... Sırt çantamı alıyor, çıkıyorum evden. Arkadaşlarımla buluşma yerimiz, Edremit Ptt önü olacak. Her zamanki gibi belirlenen zamandan erken geliyorum. Köşede simitçi çoktan yerini almış. Sağa sola telaşla giden tek tük insanlar ve ellerinde süpürgeleriyle çöpçüler, ıssız caddenin ilk insanları olarak çıkıyor karşıma... Pazar sabahının erken saatleri olmasına rağmen, bize göre küçük ama bir çok ilden daha büyük Edremit'imizde, hayatın erken başladığını görüyorum...

Hava kapalı ve karanlık. Caddeler hala sokak lambalarının sarı ışığına mahkûmken, önce Türkan hanım geliyor elinde batonuyla. Selamlaşıp, başlıyoruz sabah sohbetine. Bir kaç dakika içinde Hüseyin bey ve Meral hanımda katılıyor bize. Saatler 07;35'i gösterirken Ayvalık ve Burhaniye tarafından arkadaşlarımızda geliyor. Ve tastamam 14 kişi, üç araç, düşüyoruz Hanlar yoluna...


Saat 08;15. Hanlar'dayız. Hepimizde bir heyecan, iniyoruz araçlardan. Havanın serinliği hemen yüzümüze çarpıyor. Aslında soğuk desek daha yerinde olur. Hanlar bölgesinin rakımı 700 m civarında ve burada hava sıcaklığını 6 derece olarak ölçüyoruz...

ŞANSLIYIZ...
Neyse, isterse ki bugün kar yağsın, gece boyunca hayalini kurup, zihnimizde evirip çevirdiğimiz bu parkuru yürümeye kararlıyız... Şanslıyız ki içimizde mızmız yok, yani hepimiz aynı duygu ve düşünceler içerisindeyiz...


Konu açılmışken, bizim grubun şanslı bir yönünden daha bahsetmek istiyorum. Evet grubumuzun en büyük şanslarından biriside, yoga hocası Burak hocaya sahip olmasıdır. Çünkü Burak hocamız, uzun soluklu yürüyüşlere başlamadan önce, bize mutlaka topluca nefes ve beden egzersizleri yaptırarak, yürüyüşe ruhen mutlu, bedenen hazır başlamamızı sağlar her zaman... Bugünde öyle yapıyoruz. Ve arkasından, aramıza yeni katılanlarında bilgi sahibi olması için Erhan beyin doğada yürüyüş kuralları, emniyet ve parkur hakkındaki kısa bilgilendirmesinin hemen ardından, başlıyoruz yürümeye...

BAŞLASIN YÜRÜYÜŞ... HOOP, YAVAŞ...
Hanlar'dan, toprak kum karışımı rampa yukarı tatlı bir tırmanışla, Eybek yoluna vuruyoruz... Tempolu başlıyor yürüyüşümüz. Her zaman olur bu. Yani yürüyüşün ilk metreleri, heyecandan öyle bir tempo tuttururuz ki sanki yürümeye değilde koşmaya gelmişiz gibi. Halbuki Erhan bey bilgilendirme konuşmasında, bu konuya da değinmişti... Heyecandan olsa gerek. Evet doğaya kavuşma heyecanı...

Nasıl heyecanlanmayalım ki. Daha onlarca metre yüksekliği ile gökyüzüne uzanan Karaçamların içine girer girmez, tabiatın kokusunu burnumuzda, cıvıl cıvıl şakıyan kuşların seslerini ise kulaklarımızda duymaya başlamıştık...

Sürekli rampa yukarı tırmanıyoruz, tırmandıkça karaçamların içinden çan sesleri geliyor. Tepeyi çıkıp düzlüğe vardığımızda, sabah kahvaltısındaki 3-5 inekle gözgöze geliyoruz. Rahatsız etmemeye özen göstererek, afiyetler diliyor ve bir kaç fotoğraf çekip yolumuza devam ediyoruz.

Güneş ağaçların arasından, kendini göstermeye çalışıyor, ama yinede hava çok soğuk. Tırmandıkça hava sıcaklığı, 3 dereceye kadar düşüyor. Şu anda yürürken bir taraftan not almaya çalışıyor, bir taraftanda fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Ve açıkcası parmaklarımı hissetmiyorum...


GÜZEL RUHLARIN ORMANI...
Eybek (7,3 km) Hanlar (700 m) yol ayrımını gösteren tabelanın yanına geldiğimizde, solumuzda kalan sayanın bekçi köpekleri, bizi havlayarak selamlıyorlar. Köpeklerle muhattap olmadan, yön levhasının sağından dalıyoruz muhteşem Karaçam orman yoluna...

Bu orman yolundan bir kaç kez daha yürümüş ve çok sevmiştim. Devasa ağaçları ve kızıl örtüsü ile bilinmez bir şekilde bu yol, ruhuma dokunmuştur hep. Buranın havasında bir şeyler vardı sanki. Ormanın bütün güzel ruhları, buradamıydı ne!..


Saatler 09;30. Ağaçların arasından, güneş kendini gösterir göstermez, biraz olsun ellerimiz ısınıyor. Terlemek istemiyor, üzerimizdeki fazlalıklardan kurtuluyoruz...



ÇEKİRGE BİR SIÇRAR, İKİ SIÇRAR....
Saat 09;55. Ayıgediği Karanlıkdere yol ayrımındayız. Önümüzde ikiye ayrılan yolun sağı Ayıgediği'nden Döşemedere'ye, solu ise Karanlıkdere'ye gidiyor. Biz Ayıgediği'nden Döşemedere'ye, oradanda Karanlıkdere üzerinden şimdi bulunduğumuz noktaya çıkacağız. Yani şu andaki konumumuza göre, eliptik bir daire çizmiş olacağız...
Ama hemen hareket etmiyoruz. Burada bulunan çeşmede su molası veriyor, ayak üstü sohbet ediyoruz. Arkadaşlarımızdan bazıları, burası ile ilgili geçmişte yaşadıkları, anıları anlatıyor...
Ben bu bölgeye bu sene, bahar ayında iki defa gelmiştim. Birincisinde, Ayıgediği'nden geçip Döşemedere üzerinden, Eybek Dağına tırmanacaktık. İşte o tarihte, şu anda bulunduğumuz noktadan yaklaşık 50 m aşağıda yürürken, henüz dumanı üzerinde taptaze bir ayı pisliği görmüştük. Yani karşılaşmamız sadece bir an meselesiydi. Belliki ayı, önümüz sıra geçmişti buradan... ikincisinde ise bu bölgeye çok yakın Ihlamur-Biber yolunu yürürken, kocaoğlan kulağımızın dibinde öyle bir kükremişti ki donup kalmıştık öylece... Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar misali, umarım bugün üçüncü bir tecrübe yaşamayız...




Yürümeye devam ediyoruz, güneş bir türlü yükselemiyor, ama arkamızdan bizi takip ediyor... Terleyecek diye korkarken, bir türlü ısınamıyoruz. Olsun, ısıtamasada bizi, ışığı ile gönlümüze ferahlık, renk oyunları ile neşemize neşe katıyor...



EN SEVDİĞİM AĞAÇ...
Ayıgediğin'den Döşemedere'ye dönerken, yol boyunca bize eşlik eden Karaçamlar yerini yaşlısıyla genciyle Göknar'lara bırakıyor. Göknar ağaçları Kazdağlarının endemik ağaçlarından birisidir. İhtişamlıdır, körpe yaprakları kadife gibi yumuşak, göz alıcı yeşil rengiyle şekli muntazamdır... Göknar ağacı, şekliyle şemasıyla çocukluğumdan beri hep en sevdiğim ağaç olmuştur. Hatta hatırlıyorumda ilkokul yıllarında resim derslerinde bile, hep bu ağacı çizmişimdir... Doğduğum evin bahçesinde, tam kırk yıllık baba hatırası Göknar dururken, nasıl sevmem ki ben bu ağacı...


KOKU...
İniyoruz patika yoldan ormanın derinliğine doğru, indikçe aşağıda güneş hepten yok oluyor. Ve ormanın tarif edilemez aromatik keskin kokusunu, burnumuzda hissediyoruz büyük bir zevkle... Koku demişken, parfümlerle aramın hiç iyi olmadığını söylemeliyim. Hayatım boyunca belkide, 3 veya 4 şişeden fazla parfüm kullanmamışımdır. Bu kullanımlarda, eşimin ısrarları veya çok özel günlerde olmuştur. Yani sözü şuraya getirmek istiyorum. Beni şu ana kadar orman kokusundan, hele birde yağmur yağmış ve arkasından güneş vurmuş ise o topraktan, çiçekten, ağaçtan, çayırlardan çıkan koku kadar hiç bir koku etkilememiştir...


İlerliyoruz mis gibi orman kokusunu içimize çekerek. Biraz ilerimizde önümüzde bir su birikintisi görüyoruz. Solumuzdaki yamaca doğru dönüp bakıyoruz. Ağaçlardan ve bitki örtüsünden bi şey göremiyoruz. Giriyoruz 3-5 m kadar içeri ve karşımıza minik, şirin bir şelale çıkıyor. Mutlu oluyoruz. Su hayattır, sağlıktır, mutluluktur hisleriyle ayrılıyoruz...


Nasıl bir coğrafyada yaşıyoruz ki, oksijen hususunda dünyanın en cömert yeridir burası... Üstüne üstlük her yerinden su fışkıran, hayat dolu bir coğrafya...Biz insanlar olarak doğaya sahip çıkmaz ve korumazsak eğer, nereye kadar sürer bu cömertlik !..

Orhan Veli üstadımız havaya, suya bedava demiş ama, içtiğimiz su şimdilerde parayla, bu gidişle gelecekte hava'nında bedava olacağını hiç sanmıyorum...

"Bedava yaşıyoruz, bedava
Hava bedava, bulut bedava
Dere tepe bedava
Yağmur çamur bedava
Hava bedava, su bedava...."




AK KÖPÜKLÜ DÖŞEMEDERE ŞELALESİ...
Çok sürmüyor, saatler 10;30'u gösterirken asıl sebeb-i ziyaretimiz olan yere, Döşemedere Şelalesine geliyoruz. Bu şelaleyi ilk gördüğümde de çok sevmiştim, şimdi görünce de duygularımın pek değişmediğini hissediyorum... Niye mi sevmiştim bu şelaleyi. Çünkü bu şelaleye ulaşım kolaydır, kaçmaz, saklamaz kendini. Yanıbaşına kadar sokulmana izin verir, sarar sarmalar, sevgiyle kucaklar seni. İşte sende onun için seversin bu "ak köpüklü'yü". Karşılıklıdır bu sevgi, anlayacağınız...
İşte bunu bildiğimiz için hemen herkes, davet beklemeden koşar yanıbaşına ak köpüklünün ve kendince selamlaşır, konuşur onunla sessizce...



Vedalaşıp ayrılıyoruz ak köpüklü şelaleden. Yürümeye devam ediyoruz. Saat neredeyse öğlen olacak. Ormanın derinliğinde hava oldukça serin. Ağaçlar arasından süzülerek gelen güneşin sarı ışık huzmeleri, bedenimizi ısıtmaya yetmiyor. Ama kuşların dillerini çözüyor. Nasılda şakıyorlar karşılıklı... Arkadaşlarım benden biraz ilerideler. Ve ben bu fırsatı kaçırmıyor, pür dikkat büyük bir zevkle, kuşların senfonisini dinliyorum... Rüyada
gibiyim...


Rüyadan uyanıp, koşar adım arkadaşlarıma yetişiyorum. Döşemedere şelaleden sonra sürekli tatlı bir tırmanış içindeyiz. Yol boyunca sıralanan meşe, kestane ve kayın ağaçları yapraklarını tamamen dökmüş, tüm çıplaklığıyla kışa hazırlar. Bu çıplaklığa inat yeşile bürünmüş kızılçam, karaçam ve göknarları anlatmama gerek yok sanırım...








ACIKANLAR VAR...
Saat 13;05. Acıkanlar var. Planladığımız yerden, daha önce mola veriyoruz. Yanıbaşımızdaki yamaçtan, şırıl şırıl akan bir derenin yakınında yakıyoruz ateşimizi. Kulpundan ağaç dalına geçirilen kara çaydanlık, ateşin üzerine bırakılıyor. Bir süre sonra tavadaki sucuklar cızırdamaya, çaydanlık fokurdamaya başlıyor...
Yiyor içiyoruz... Sohbetimiz neşeli, herkes nazının geçtiğine takılıyor. Gülüyor eğleniyoruz. Karnımız tok, keyfimiz yerinde...
Güneş tamamen yok oldu. Bugün hava üşüten cinsten. Herkes ellerinde sıcak çay bardakları, ateşe daha çok sokuluyouz...

Saat 14;05. Gitme zamanı. İlk iş ateşi söndürüyor, çöplerimizi topluyoruz. Arkasından, rüya gibi orman yoluna giriyoruz yeniden...


AĞAÇ KESİM İŞLERİ...
Ama bu çok sürmüyor, ağaç kesimini görüp, her zamanki gibi üzülüyorum. Evet belki bu ağaç kesimleri, Orman Genel Müdürlüğününün kontrolünde ister gençleştirme, ister seyreltme veya isterse ormanın lehine olduğu iddia edilen başka bir maksatla yapılıyor olsada, benim pek hoşuma giden bir uygulama değildi. Ben ormanın kendisinin kendi ekolojik dünyasını oluşturacağı, kendi haline bırakılmasından yana olan, bir düşüncedeyim...



Bir bakın şu seyretilen ormana. Ormanın zeminindeki bir çok bitki ve böcekler artık korumasız, toprağın nemliliği rüzgar ve güneşe maruz kalma neticesinde, ister istemez azalacak... Bir başka bakış açısı ile kesilen ormanlarda yaşayan yabani hayvanların yuvaları ve korunakları da yok edilmiyor mu, sizce... Bilmiyorum, umarım ben yanılıyorumdur. Ama benim düz mantığım bunları söylüyor....


Yolumuz rampa, yavaş yavaş yürüyoruz. Bu ağaç kesimleri zaten benim tadımı kaçırdı... Çok geçmiyor, saatler 14;40'ı gösterirken, Karanlıkdere'yi Ayıgediği'ne bağlayan noktaya geliyoruz.


Yürüdüğümüz yolun görselliği ile keyfimiz tekrar yerine geliyor. Hele, genç Göknarların içinden dökülen mini şelaleyi görünce, hepten uçuyoruz sevinçten. Cennet'ten saklı bir köşeydi sanki. Önce doyasıya seyrediyor, sonra bol bol fotoğraflarını çekiyoruz... İşte bizim mutluluğumuz bu kadar basit...

Açıkçası Karanlıkdere deyince, zifiri karanlık korku ormanı gibi bişey bekliyordum. Ama nerdee...



BANA BAK...
Şüphesiz, görseli şahane bir yer burası. Düşünün bir yolda yürüyorsunuz. Sağınızda yeşil narin ve muntazam yapraklarıyla süslü göknarlar, solunuzda ise tüm çıplaklığı ile yapraklarını dökmüş kestane, kayın ve meşe ağaçları... Varlıkla yokluk gibi. Baharla sonbahar, siyahla beyaz gibi. Tabiat insanı sorgular mı hiç. Evet bu yol, sorguluyor işte... Bana bak, kendine gel! diyor adeta....



Eybek dağının eteklerindeyiz. Kimi zaman sisli tepelerin, kimi zaman ağaçların gölgesinde, kendimizi tabiatın yerine koyarak ve sorgulayarak yürüyoruz...



Saat 16;15. Ayıgediği'nde çeşme başındayız. Eliptik bir daire çizerek aynı noktaya gelmiştik. Şimdi buradan, sabah geldiğimiz 7 km.lik yolu takip ederek geri döneceğiz. Ayak üstü verilen bir kaç dakikalık molanın ardından, başlıyoruz yürümeye. Daha doğrusu inmeye. Sürekli iniyorduk. Dizim ağrımaya başladı. İniş dizlerime iyi gelmiyordu. Sabah ilk heyecanla, nasılda tırmanmışız bu yokuşu. Neyseki fazla bir mesafe değildi. Yine geliyoruz, ormanın tüm güzel ruhlarının toplandığı yere...


Şu fotoğrafa bakın ve öylece söylediklerimi bir düşünün. Nasıl bir huzur, nasıl bir enerjisi var değilmi. Birde burada olduğunuzu gözlerinizi kapatarak hayal edin... Korkarım hiç buradan gitmeyi istememek gibi duygulara kapılacaksınızdır...


Saat 17;15. Hanlar'da, araçlarımızı bıraktığımız yerdeyiz... Yürüdüğümüz mesafeyi merak ediyormusunuz. Evet bugün güle oynaya, tamı tamına 27 km yol yürümüşüz. Ama daha bitmedi. Programımızda bugün bir termal tesisin açık havuzunda, doyasıya yüzmekte var... E, hadi o zaman. Vakit kaybetmeden gidelim...



SON SÖZ...
Bugün harika bir coğrafyada yürümenin mutluluğunu yaşadık. İrili ufaklı şelaleleriyle çoşup, kuş cıvıltıları ile mutlu olduk. Güneşin ısıtmayan ışık huzmeleri ile tebessüm edip, sıcak dost sohbetleriyle neşelendik. Uzun uzun yürüyüp, termal havuzun şifalı sularında, kulaç üstüne kulaç attık... Sonuç; huzur ve mutluluk...

Yazdığım her satırda, hissettiğim her duyguda katkısı olduğunu düşündüğüm, bugün yanımda yürüyen, yüzen tüm arkadaşlarıma sonsuz teşekkür ediyorum...

Bu parkur beni o kadar çok mutlu etti ki. Parkur kolaydı, ama uzunluğu, şelaleleri, görselliği ile mükemmeldi. Bu nedenle bugünkü parkuru değerlendirme puanım;10/10

Not: Bu yazıda kullanılan toplam 44 fotoğraftan 41 adedi bana, 16'ncı Erhan Çifçi'ye, 39'uncu Cem Özan'a, 42'nci fotoğraf ise Meral Kantur'a ait çekimlerdir.


                                           Murat Turan-Akçay 2018