İzleyiciler

26 Mart 2019 Salı

KOZAK ÇAMAVLU YAYLASI - MAYA TEPE (24.03.2019)


KOZAK ÇAMAVLU YAYLASI - MAYA TEPE (24.03.2019)

Oldum olası yaylaları hep sevmişimdir. Ama bazı yaylalar vardır ki seni çayırıyla çimeniyle, koyunuyla kuzusuyla hemen içine alıverir. Bir defa görünce onu, daha yanından ayrılmadan sonrasının yani ne zaman göreceğinin derdine düşersin hemen... İşte bunlardan birisidir, Kozak yaylalarından Çamavlu yaylası. Aradan aylar geçmişti onu görmeyeli... Aklımıza düşüyor son zamanlarda. Belli ki göresimiz gelmiş yeşil çayırlarını, taşlı tepelerini ve özgür ruhlu vahşi atlarını... Ne dersiniz bu hafta hep beraber onu görmeye, gidelim mi!..

Hadi bakalım o zaman. Sabah ne zaman kalktığımı, kahvaltıda ne yediğimi, arkadaşlarımla nerede nasıl buluştuğumu bir kenara bırakıp, direkt Çamavlu yollarına düşelim isterseniz...


Çamavlu köyünü geçip, cillop gibi asfalt yoldan giriyoruz yaylanın bozuk yollarına. Öndeki aracı bilmem ama asfalt yollara alışmış olan bizim araç dumura uğruyor birden bire. Sürtüyor altını defalarca kayalara, tümseklere. Gönlümüz razı olmuyor çekiyoruz yol kenarına, iniyoruz Burak kardeşimizin ana/asfalt kuzusu arabasından...



Saat 08;50.
İnmez olaydık, bu nasıl bir rüzgar. Halbuki güneş havada ampül gibi parlıyor ama bu nasıl bir soğuktur Allahım. Ya o toz duman. Daha bismillah yürüyüşe başlamadan ne kadar toz toprak varsa ağzımızda, gözlerimizde... İlk iş, kapatıyoruz tüm ağız burun deliklerimizi. Sonra geçiriyoruz eldivenleri ellerimize. Sırtımızda çantalar, düşüyoruz yaylanın tozlu yollarına... Ölmek var dönmek yok diyoruz ama şu rüzgarada bi bakın. Neredeyse uçuracak bizi, soğuk delip geçiyor elbiselerimizi, açamıyoruz gözlerimizi tozdan. Aksi gibi gözlüğü daha dün çıkarmıştım çantadan lazım olmaz diye... Senmisin çıkaran!.. Gözlerim kumdan, tozdan yanıyor...


Her şeye rağmen ilk adımlarımızı büyük bir kararlılıkla atıyoruz, rüzgara ve güneşe doğru... Dakikalar içinde yaylanın yeşil çayırları ile keyfimiz yerine geliyor. Tam karşımızda, geçen yıldan tanışıklığımız olan Kuzguncuk, Sıyırmalı ve Sivri tepeleri ile göz göze geliyoruz. Bu seferde uğrayacağız onlara ama hemen değil. Önce Madra dağlarının 1350 rakımlı Mayatepe'si ziyaret edilmeli onun gönlü alınmalıydı. Geçen yıl geldiğimizde onu transit geçmiş, uğrayamamıştık. Ama olsun! Geçte olsa, işte bugün onun için geldik buralara...



Ama ah! şu rüzgar yokmu. Nefesimizi kesiyor, yüzümüzü yakıyor. Galiba bugün sık sık rüzgardan bahsediyor olacağım sizlere. Ama inanın bugünkü kadar sert, soğuk, tozu dumana katan bir rüzgar görmedim. Fotoğraf çekeceğim eldivenlerimi çıkartamıyorum, çıkartsam bir kaç dakika içinde parmaklarımı hissedemez oluyorum. Gözlerimizde gözlük yok, sürekli bir batma hissi. Zaman zaman baf ile komple kapatıyoruz yüzümüzü gözümüzü, nereye attığımızı bilmeden atıyoruz adımlarımızı. Güneş var ama kendine hayrı yok, yollara bakıyorsun akan sular buz tutmuş. Anlayacağınız bugün iyi soğuk var...





Ama her şeye rağmen yeşil çayırlarda yürümek gönlümüzü ferahlatıyor. Çalı formundaki dikenli ağaçların arasından, adeta güneşe doğru atıyoruz adımlarımızı. Tırmanıyoruz taşlı, kumlu yollardan. Yolumuza çıkan çeşmelerden gönlü kalmasın diye birer yudum içiyor, minik akarsuların üzerinden zıplıyor, yamaç aşağı, yamaç yukarı tırmanıp duruyoruz.


Saatler akıyor, güneş yükseliyor ama rüzgar bi türlü dinmiyordu. Neden ısıtmıyordu olanca parlaklığı ile üzerimizde olan güneş. Anlaşılır bişey değildi... Volkan kardeşimizde anlamadı zaten. Çekti kılıcını, uzattı güneşe, haykırdı Ra'ya... "Neden ısıtmıyorsun" diye...





Yürüyoruz tek sıra halinde, karşımızdaki tepeye doğru. Çünkü biliyoruz ki Mayatepe, o tepenin tam arkasında. Önce iniyoruz derin vadiye sonra düz yolda yürür gibi tırmanıyoruz yamaçları.


Buzul kalıntıları ile karşılaşıyoruz. Kahverengi tepelerin bu küçücük beyaz lekeleri, metrelerce kara alışkın bizleri bile mutlu etmeye yetiyor. Buz gibi esen rüzgara inat çıkıyor üzerine, bırakıyoruz ayak izlerimizi... Burası aynı zamanda nefeslenme yerimiz oluyor bize. Dönüp bakıyoruz ardımıza, uçsuz bucaksız vadilere, yaylalara...



Ve görüyoruz onları. Onlar ise bizi çooktan görmüşte, uzaktan uzağa öylece bizi gözetliyorlar... Kimisi onlara yılkı, kimisi yabani, kimisi vahşi at der. Ben ise onlara buraların "özgür ruhları" derim...



Tırmanıyoruz tekrar yamaç yukarı, neredeyse dokunacağız mavi gökyüzüne. Geliyoruz Mayatepe'den önceki son yükseltiye. Rüzgâr kulaklarımızda bitmeyen bir uğultu, yanaklarımızda kırbaç, burun ve göz pınarlarımızda ise bir şırıltı halini alıyor. Yürüyormuyuz dayakmı yiyoruz, tarifi zor bir yorgunluk. Rüzgar sarhoşa çeviriyor bizi. Soluklanmaya ihtiyacımız var. Oturuyoruz bu çıplak arazide bize bahşedilen kayaların dibine, siper ediyoruz kendimizi rüzgara karşı. Biraz çikolata ve kuruyemişle teselli ediyoruz, rüzgarla alt üst olan ruhumuzu...


On dakika sonra yeter diyor, vücudumuz rüzgara karşı tekrar yürümeye başlıyoruz. Artık düzlükteyiz. İşte tam karşımızda duruyor zirve taşı. Adımlarımızı sıklaştırıp, biran önce varmak istiyoruz zirveye. Ama bu biran önce varış isteği, ne özlemden nede sevgiden kaynaklanıyor açıkçası. Var olan tek gerçek, zirvedeki delice rüzgardan bir an önce kurtulma isteği...


Saat 11;50. İşte geliyoruz sonunda, 1350 rakımlı tepeye... Açıkcası Mayatepe nedir, kimdir, kimin fesidir, bunları hiiç düşünecek halde değiliz. Hemen giriyoruz sıraya. Çıkıyoruz tek tek zirve taşına ve kollarımız havada büyük bir gururla çekiliyoruz fotoğraflarımızı. Rüzgârın gücü uçurdu uçuracak bedenlerimizi, soğuğu ise yakıp geçiyor yüzümüzü. Her şeye rağmen mutlu muyuz! Mutluyuz... O zaman varsın essin deli rüzgar...





Atalarımız soğuğa yiğitlik olmaz der. Ne kadarda haklılar. Bizde atalarımızın sözünü dinleyip fazla kalmıyoruz tepede. Kalamıyoruz daha doğrusu. Deli rüzgarı arkamızda bırakıp kaçarcasına dönüşe geçiyoruz... Çok sürmüyor bir kaç dakika içinde Mayatepe'nin kuytu eteklerine iniyor, indikçe kesilen rüzgarla birlikte ısınıyoruz. Hatta öyle ısınıyoruz ki eldivenleri fora edip topraktan fışkırırcasına baharı müjdeleyen alı al moru mor çiçekleri çiğdemleri, mor sümbülleri fotoğraflayıp duruyoruz...


Yürüyüşe başladığımız andan itibaren gözümüze ilişip duran Rüzgâr Enerji Santrallerine (RES) doğru yürüyoruz. Geçen yıl yoktu bu RES'ler. Son bir yıl içinde yapılmış olmalıydı. Yerleşim yerlerinden yeterince uzaklığı ve bitmeyen rüzgarı ile bu RES'lerin doğru bir noktaya kurulduğunu düşünüyorum biran... Öyle ya kardeşim; bırakın binbir pınarlı, binbir hayvana, göçmen kuşa ve de endemik bitkilere ev sahipliği yapan Kazdağlarını. Alın size işte, rüzgarsa rüzgar. Düşün artık Eybek Babanın yakasından...


Geliyoruz RES'lerin yanına. Yürüyoruz onlara paralel toprak yolda. Rüzgar bizim için azalıyor ama RES'lerin pervaneleri büyük bir uğultu ile dönmeye devam ediyor. Uzun vadede sinir bozucu bir ses olsa gerek. Biran önce uzaklaşma hissiyle adımlarımızı sıklaştırıyoruz toprak yolda.


Ama o da ne!.. Bir grup "özgür ruh" ok gibi geçiyor önümüzden. Onları yakından görmenin sevincini yaşıyoruz, şaşkınlıkla. Alel acele görüntü almaya çalışıyoruz ama onlar bize daha iyisini sunuyor. Duruyorlar RES'lerin oradaki tepecikte. Bakışıyoruz bir süre uzaktan uzağa hiç kıpırdamaksızın. Kimbilir at akıllarından neler geçiyor... Bir bilseler onları ne kadar çok sevdiğimizi... Benimde söylediğime bak. Yahu bilseler ne olacak. Sevmeyi beceremeyen biz insanların sevgisinden ne olurki. Çok seviyoruz ya, hemen alır onları hapsederiz daracık bir alana, koyarız önüne biraz ot, biraz su. Al sana sevgi. Bu mudur yani. Değil tabiki...  Varmıdır özgürlük gibisi... Neyse mevzu derinleşmeden saadede gelip, yürümeye devam edelim...


Dur bakim şu bizim Volkan değilmi. Ne yapıyor yine bu çocuk. Kaldırmış sopasını yukarı bir kılıç gibi Donkişot vari daldı dalacak, yeldeğirmenine... Anlaşıldı, o da acıktı hepimiz gibi...



O halde yemek molası verelim, verelimde kendimize gelelim biraz. Bakınıyoruz bir süre rüzgarı az korunaklı bir yer. Saatler 13;00'ı gösterirken buluyoruz nisbeten daha az rüzgarlı bir yer. Hemen toplanıyor odunlar ve yakılıyor ateş. Atıştırıyoruz bişeyler ve sonrasında ateş başı sohbet. Bi güzel ısınıyoruz... Bugün kesinlikle karar veriyorum ki ben sıcağı seviyorum arkadaş, soğuk bana göre değil... Tam bir saattir buradayız. Kimsenin gidesi, kimsenin ateşi terkedesi yok. Ama gitmeliyiz. Söndürüyoruz, kar toplarıyla ateşimizi. Ve çıkıyoruz tekrar toprak yola...


Ve çok değil bir kaç yüz metre sonra karşımıza çıkan vaha benzeri bir manzara ile hem şaşkınlık hemde mutluluk duyuyoruz. Şu çimenin yeşiline, suyun gök mavi rengine bakarmısınız bi. Ne kadar ruh uçuran bir yer. Bırakılan işaretlerden Yılkı Atlarının da uğrak noktası olduğu belli. Onları burada su içerken görüntülemeyi çook isterdim...


Tam bu noktadan çıkıyoruz yoldan karşımızdaki çayırlıklara doğru. Burası aslında eğrelti otu çayırlıkları. Geçen yıl Mayıs ayından bilirim buraları. Yılanı bol bu bölgede, belimize kadar gelen yeşil eğrelti otları arasında nereye bastığımızı görmeden yürümek, bayağı heyecan vericiydi...



Bir kaç dakika içinde çayırlar yerini, kayalık taşlık araziye bırakıyor. Geliyoruz Sıyırmalı ile Sivrinin arasındaki boğaza. Başlıyoruz taşlardan kayalardan atlata zıplaya yürümeye. Ve bir başka grup "özgür ruh"  ile göz göze geliyoruz. Bu sefer bize oldukça yakınlar ama bize tepeden bakmanın güveni içindeler. Böyle oluncada bol bol fotoğraf çekiyor, doyasıya seyrediyoruz onları...






Tam karşımızda Kuzguncuk tepesi ve uçsuz bucaksız Kozak yaylaları...
Ayaklarımızın altındaki manzaranın tadına vara vara, yürüyoruz oldukça kayalık ve taşlık yoldan. Ve çıkıyoruz her tarafından su fışkıran yaylanın, yeşil çayırlarına. Yabani meyve ağaçlarının arasından düşüyoruz tekrar toprak yola. Neşeyle yürüyor, biraz sohbet ediyoruz yanımızda kim varsa...







Giriyoruz yaylaya. Evlerin önündeki meyve ağaçları çoktan çiçeklenmiş. Geçen yıl bu yaylada yediğim kirazların tadı hala damağımdadır... Ve hayvanlar... Yayla olurda hayvan olmazmı. Bakın işte bir koyun sürüsü karşılıyor bizi. İşte oradaki evin önünde de bir tavuk sürüsü. Ve açlıktan bir deri bir kemik kalmış bir köpek. Nasılda havlıyor. Zeki ve Suat bey bu havlayışa kayıtsız kalamıyor, köpeğin yanına gidiyorlar hemen. Önce seviyor sonra bir güzel doyuruyorlar karnını. Bu köpek o kadar açki önüne atılan kuru ekmeği boğulurcasına, çiğnemeden tek hamlede yutmaya çalışıyor. Köpeğin sahibi ortalarda yok. İyiki de yok. Yoksa bizden iyi bir fırça yemesi kaçınılmazdı... Suat bey şişesindeki suyu köpeğin su kabına boca ediyor. Son ekmek parçalarınıda yedirdikten sonra ayrılıyoruz oradan...



Saat 16;10. Bol rüzgarlı 19 km.lik bir yürüyüş sonunda, geliyoruz araçlarımızın yanına...

Hiç oyalanmıyoruz, atlıyor araçlara çıkıyoruz hemen yola. Çok sürmüyor önce Demircidere, sonra Bağyüzü köyüne geliyoruz. Alacaklarımız var. Buralara kadar gelmişken en tazesi ve lezzetlisinden özgür tavuk yumurtası ve mis kokulu yeni sağılmış süt almadan gitmek olmaz...




Saat 18;00. Bağyüzü köyüne geliyoruz. Güneş neredeyse batmak üzere. Hava hala çok soğuk. İnekler yaylımdan dönmüş sağılmayı bekliyorlar.
İnekler bizim için sağıma giderken, Ümran teyzede bizim için folluklardan yumurta toplamaya başlıyor. Beklerken yakıyoruz bir ateş, toplaşıyoruz başına... Herkesin kavruk yüzünde bir tebessüm ve neşe içinde yapılan sohbet, süt ve yumurtalarımızın hazır olması ile sona eriyor...
Vedalaşıyoruz yol arkadaşlarım ve süt yumurta aldığımız dostlarımızla...


Saat 19;30. Hava kararmaya başlayıp, güneşin kızıllığı tepelere çökerken düşüyoruz evimizin yollarına...


SON SÖZ...
Bugünkü gezimizin başrol oyuncusu yakan, donduran ve en delisinden tozu dumana katan bir rüzgardı... Sağolsun kendileri biran olsun yanlız bırakmadı bizi. Daha yürüyüşe başlamadan olanca tozu toprağı havalandırıp, yüzümüze gözümüze sokmuş ve gün boyunca gözümün içinde batma hissi ile dolaştırmıştı beni. Mayatepe'nin zirve mutluluğunu da doyasıya yaşatmadı bize. Ama Çamavlu yaylasının, eşsiz güzellikteki ruhumuzu şenlendiren çayırlarını alamadı elimizden. Özgür ruhlu atlar rüzgar adına özür dilercesine sık sık karşımıza çıkıp görsel şölen sundular bize. Allı morlu çiçeklerle tanıştık, RES'lere Donkişot'luk yapıp, tadına doyulmaz ateş başı sohbetlerimizle mutlu olduk... Bize süt ve yumurta veren inek ve tavukları ziyaretimiz ise ballı kaymak oldu günümüze... Mutluluğumuza mutluluk katıp, ovuştura ovuştura kan çanağına çevirdiğimiz gözlerle döndük evlerimize ...

Rüzgara rağmen mutluluk seviyesi yüksek bir gündü bugün. Bunun için rehberimiz Erhan bey başta olmak üzere tüm yol arkadaşlarıma çook teşekkür ediyorum...

Delice esen rüzgara rağmen, yaz başlarında buralarda yürümenin büyük bir haz olacağını düşündüğüm bu parkuru değerlendirme puanım; 10/8.

Not: Bu yazıda kullanılan toplam 54 adet fotoğraf'tan 53. toplu fotoğrafın çekimi Zeki Akçeken'e ait olup, diğer çekimlerin tamamı bana aittir.

Murat Turan - 2019