İzleyiciler

26 Şubat 2020 Çarşamba

YALAMA KAYALIĞI TIRMANIŞI (23.02.2020)



YALAMA KAYALIĞI TIRMANIŞI (23.02.2020)

İsmine bakıpta sakın küçümsemeyin onu. O Kazdağlarının en güzel zirvelerinden birisidir. O Kazdağlarında sıra sıra dizilip el ele tutuşmuş dört kardeşlerin en büyüğü; Sivri, Buğdaylı ve dahada önemlisi At Kayasının ağabeyidir. Eee geçmişimi bilenleriniz de bilir ki At Kayası denilince benim için akan sular durur...
İsterseniz şimdi At Kayası mevzusuna girip, konuyu hiç uzatmayalım... Ama merak edenler dilerlerse, geçtiğimiz yıl şubat ayında cereyan eden bu yürüyüşe dair yazımdan, konuya dair detaylı bilgi edinebilirler...

Şimdi müsaadenizle gelelim bugünkü; kimine göre zul, bana göre insanı kendine müptela edecek cinsten şahane Yalama yürüyüşümüze...

22.02.2020 Pazar...
Bendeniz eskiden olsa işim olsun olmasın, kargalar daha bo..nu yemeden sabahın köründe kalkar kendimi dışarı atardım. Kimi zaman işe gitmek, kimi zaman ise karanlık ormanlarında koşmak için. Ahh.!. Ah!.. Florya'nın, Belgrat'ın dili olsada beni anlatsa. Gecenin kör karanlığında, yağmur çamur demeden, içinde nasılda dört döndüğümü... Ama ya şimdilerde öylemi. Sabahları zor açıyorum gözlerimi. Yoruldum mu, yoksa yordular mı bilmiyorum ama bu benim için normal bişey değil... Bugünde öyle oluyor. Telefon alarmı ile zor bela uyanıyor, zor bela kalkıyorum yatağımdan...


Saat 07;00. Çıkıyorum evden. Önce köye gitmeli hayvanlarımla ilgilenmeliyim. Ne olursa olsun her sabah oraya gitmeliyim. Gitmeliyim çünkü onları yedirmeden, içirmeden asla bir yere gidemem... Önce yediriyor, içiriyorum onları. Sonra birazda oynuyor, koşturuyoruz köpeklerimle... Ve gönlüm rahat ayrılıyorum yanlarından...


Kocaçınarın gölgelediği Edremit meydanına geldiğimde, saatte neredeyse dokuz oluyor. Balıkesir'li dostlarımızı kahvaltı yaparlarken buluyorum. Ve hoş geldiniz diyor, oturuyorum masalarına... Sağdan soldan biraz sohbet derken, çok sürmüyor kalkıyoruz. Ve biniyoruz aracımıza tamı tamına 19 kişi ve düşüyoruz Hanlar yoluna...





Saat 09;55. Kumluca'da, Orman işletme binasının önündeyiz. Hemen iniyoruz araçlardan. Giyinip, kuşanıp sırtlanıyoruz çantalarımızı. Sonra her zamanki gibi İda Dağcılığa özgü gelenekselleşmiş sabah selamlaşması için bir daire oluşturuyoruz. Ve İda Dağcılık Kulübünün kıymetli başkanı Savcı bey tarafından yapılan kısa bir girizgah konuşması ve tanışma faslından sonra, vuruyoruz Kızılçam ormanlarının içine...


Hava güneşli ve berrak mı berrak. Ancak çok sert olmasada eli ayağı kestiren bir soğuk var. Herkes çok sıkı giyinmiş durumda, benimse ellerimde eldiven, sırtımda tişört üzeri bir polar var...

Daha ormana girer girmez yüzümüze doğru üfleyen uğultulu rüzgar ile karşılaşıyoruz... Ve uğultulu rüzgara inat, cıvıldaşan kuş sesleri...
Aslında birde hemen sağımızda, şimdi onu göremesekte derin bir vadi çukurunda akan bir dere eşlik ediyor bize. Ne yazık ki kulaklarımızı dolduran rüzgarın uğultusu, her şeyin olduğu gibi onunda şırıltılı akan sesini bastırıyor...


Olsun yinede mutluyuz. Ağzımız gözümüz kapalı da olsa, rüzgâra karşı neşe içinde kıvrıla kıvrıla hissedilmeyen bir tırmanışla, yürüyoruz ormanda.



Çok sürmüyor görünmez olan derelere, köpüren çağlayanlara kavuşuyoruz nihayet. Çağıldayan su, bizi dahada keyiflendiriyor. En arkada yürüyen Savcı bey ve Sertan kardeşimizle keyif fotoğrafları çekiliyoruz...


SU HAYATTIR...
Su; toprak, orman, insan ve hayvanlar velhasıl tüm canlılar için hayattır, berekettir. Ama bu yıl sular daha dingin, daha keyifsiz akıyor. Çünkü ne kar nede yağmur önceki yıla göre bonkörce bırakıyor kendini. Aksine yağışlar, cimrimi cimri bu sene. Ama olsun, daha önümüzde Mart var karlı günler için. Vede yağmurlarıyla Nisan ve Mayıs...


Su dünyasından ayrılıp tekrar yola revan oluyoruz. Ve daha ilk kıvrımı döner dönmez, bütün ihtişamı ile bize bakan, Yalama ile karşı karşıya geliyoruz. Yeşil yolun sonunda kucak açmış, bizi bekliyor. Şu mağrur duruşa da bi bakın hele. Kendisini beyaza bürümüş olması yetmezmiş gibi bir de göğün tüm beyaz bulutlarını başında toplamış. Daha şimdiden içimiz coşuyor, koşarcasına ona gitmek istiyoruz. Ama öyle kolay değildir ona hemen ulaşmak... Yol yordam bilmeli, ona kavuşmak için. Acele etmeden, aheste aheste tırmanmalı, bacaklara ağrılar girmeli, sırtı terlemeli insanın. Yani anlayacağınız öyle kolay değildir ona kavuşmak vede onun sizi kabul etmesi...



NEFESİN NEREDEN ALINDIĞI ÖNEMLİ...
Bu heyecanla adımlarımızı daha kuvvetli atarak ön tarafa yetişmeye çalışıyoruz. Ve ön taraftaki arkadaşlarımızı At Kayası yol ayrımında, ayak üstü bizleri beklerken buluyoruz... Bizde soluklanıyoruz biraz, onlarla. Ve sonra bodoslama vuruyoruz yamaca. Yamaç diyorsam öyle bildiğiniz yamaçlardan değil bu. Yürürken kafanızı yerden kaldırtmayan, dengenizi sağlayabilmeniz için sırtınızı büküp kanburunuzu çıkartan, durmaksızın atılan adımlardan buz gibi havaya ve sert rüzgara rağmen sizi kan ter içinde bırakıp, nefesinizi bi tarafınızdan aldırtan bir yamaçtan bahsediyorum...



Tırmanıyoruz bi süre bu şekilde kızıl renkli meşelerin, kalem gibi dimdik karaçamların arasından, güneşe doğru...





MUTLU SEYİRLER...
Ve çıkıyoruz nihayetinde, Kızılçamlar altında küçük bir düzlüğe, daha doğrusu tırmandığımız yamacın sırtına. Burada rüzgar biranda kesiliyor. Sabahtan beri tepemizde olan güneşin ilk kez ısısını hissediyoruz yüzümüzde. Ve diziliyoruz sırtın rüzgarsız güney cephesine doğru, yüzümüzde güneşin ılıklığı ile seyreyliyoruz ayaklarımızın altındaki tepeleri ovaları... Buradan ne tarafa baksanız, gözünüze gönlünüze bayram ettirecek şahane manzara ile karşılaşıyorsunuz. Bizde gönlümüzü mutlu ediyoruz, gözlerimizin gördükleri ile...




ÖLÜMDEN SONRA...
Bekleyenimiz var bizim. Yolcu yolunda gerek. Rehberimiz Ahmet beyin ikazı ile başlıyoruz yeniden yürümeye ... Ama artık sert tırmanışlar ve rüzgar yok. Sırt boyunca, önce ölü ağaçların içinden geçiyoruz... Bir ağaç için ne büyük mutluluktur bilirmisiniz, öldükten sonra da geri kalanlara hayat kaynağı olabilmek. Tamda olması gerektiği gibi tabiat ananın işleyişini burada görmek, beni son derece mutlu ediyor. Bu konu hakkında saatlerce konuşabilirim. Ama konuyu dağıtmak istemiyorum. Belki başka bir zaman diyerek, şimdi kaldığımız yerden devam edelim...




Eveet nerede kalmıştık. Ha! Sırt boyunca yürümeye başlamıştık. Evet yine tırmanıyoruz ama bu tatlı bir tırmanış. Dediğim gibi sırt boyunca yürüyoruz. Çıplak meşe ağaçlarının arasından, kayaların kıyısından köşesinden, tek yönlü rüzgarların etkisi ile bayrak formunu almış çamların altından geçip nihayet çıkıyoruz kısmen düz ve çıplak bir alana.



YUNUS EMRE...
Artık Yalama tam karşımızda. Uzatsanız elinizi dokunacakmışsınız gibi. Bu kadar kolaymıydı yani... Kolaymış demek ki... Geldik nasıl olsa diyoruz. Ve son tırmanıştan önce on dakika mola diyoruz... Oturanlar, nefeslenenler, atıştıranlar, sohbet edenler... Ve ben. Dikmişim gözlerimi Yalamaya. Nede olsa At Kayasının ağabeyi. Hani Yunus Emre der ya "Yaradılanı severim Yaradan"dan ötürü" işte o misal, benimde kanım kaynıyor Yalamaya, At Kayasından ötürü...



Hadi bakalım, başlasın tırmanış. Kavuşalım artık şu Yalama'yla... Artık bastığımız yerler kayalık. Ağaç derseniz tek tük. Onlarda rüzgardan ya boynunu bükmüş yada bayrak olmuş...





ACI GERÇEKLER...
Yalamaya doğru yaklaştıkça yerler ve ağaçlar beyaza bürünüyor... Ağaçlar buzdan çiçek açmış gibi. Hava güneşli, görsel şahane ama gerçekler acı... Ellerimizi ve yüzümüzü kesen soğuk, kış mevsiminde olduğumuzu unutturmuyor bize. Düşünün fotoğraf çekmek için sürekli eldiven takıp çıkardığınızı. Soğuktan parmaklarınızı hissetmediğinizi. Bakmayın güneşin ışıl ışıl parladığına. Bende şaşkınım açıkcası, rüzgara karşı güneşin bu kadar kifayetsiz kalışına... Ne var ki burada o kadar çok fotoğrafı çekilecek şey varki. Her şey baş döndürücü güzellikte... Her şeye rağmen, sizlere gösterebilmek adına çekmeye çalışıyorum bol bol, fotoğrafların en güzelini...




Artık çok tehlikeli kaya tırmanışı bölümündeyiz. Neredeyse dört ayak tırmanıyoruz. Ayaklarımızın altındaki kayalar, buzlu ve oynak. Dikkatle atıyoruz adımlarımızı. Yükseliyoruz hızla, başdöndüren, yüreklerimizi pır pır ettiren uçurumların kenarından.



LANET MADENCİLER...
Kimi zaman kayanın bi çıkıntısında durup, bakıyoruz uzaklara... Ve ardımızda kurt kemirmiş gibi cıs cıbıldak ormanları görünce içimiz buruluyor biranda. Buna sebep olanlara, madencilere lanetlerimizi gönderiyoruz... Dayanamıyor çeviriyoruz başımızı sağa doğru. Ve her zamanki gibi başı hareli, ak sakallı Eybek Baba ile göz göze gelince birdenbire yüreğimiz yumuşuyor, içimizi yine bir heyecan yine bir sevgi sarıyor...


Artık yaklaşıyoruz zirveye. Kayalıkların kuzeyinden sola, güneyine doğru tırmanıyoruz artık. Buralar nisbeten daha karsız ve buzsuz. Rüzgâr kesiliyor bıçak gibi, hava ısınıyor birden bire... Ben arkalardayım yine her zamanki gibi. Çünkü benim olayı içselleştirmem, düşünmem, fotoğraf çekmem gerek... Ama öncüler neredeyse zirveye ulaşmak üzereler...



Bende hızlanıyorum. Ama bu hızlanış biran önce zirveye çıkma isteğinden değil. Bu seferlik tek derdim, sırt boyunca tırmanan arkadaşlarımı fotoğraflamak...



DONDURAN ZİRVE...
Saat 13;15. Ve işte bende geliyorum. Ziir-vee-dee-yim artık. Allahım bu ne soğuk, bu ne rüzgar... Kayalar kar, buz içinde. Sanki biranda helikopterle bizi sibiryada bir yere bırakıyorlar. Soğuk, çok soğukkk... Her şeye rağmen ay yıldızlı batonumu havaya kaldırarak zirveye çıkıyorum...

Yazın buranın tadına doyum olmaz belki ama şu an burada biraz daha kalırsak, sanırım Pompei kalıntılarına benzer, Yalama heykelcikleri olacağız...


Hemen alel acele bir iki fotoğraf çekiyoruz. Sonra adettendir deyip birde toplu fotoğraf çekilip, başlıyoruz dönüşe...


90'LIK İHTİYAR...
Dönüş yolumuz farklı olacak. Kayalığın kuzey yamacından ineceğiz. Açıkcası tırmandığımız yerden inişi düşünemiyordum bile. İçten içe seviniyorum... Ama ben nereden bilirdim ki Yalamaya gelmek kadar, gitmeninde kolay olmadığını... İlginç ama inişe geçtiğimiz kuzey cephesi ağaçlı orman bir yapıya sahip. Kardan ve buzdan çok hissedemesekte buzlaşmış karlı kayaların üzerinden, adeta merdiven inen bastonlu 90'lık bir ihtiyar edasıyla, adımlarımızı atıyoruz... Ha düştük ha düşeceğiz...



KAMERADAN BURAYA KADAR...
Kayalığın bu cephesi dahada beter soğuk. Çevremizdeki her şey buz tutmuş. Cep telefonlarımız çoktan dondu bile, bizde donduk donacağız... Artık karlar buza dönüşüyor, insanlar düşüyor. Atraksiyon ve aderenalin, yamaç aşağı yüzüstü düşüp, metrelerce kayanlarla tavan yapıyor... Ve tabi bu anların hiç birisini görüntüleyemiyorum... Kameramın şarzı soğuktan donunca, bu anlattıklarım da sadece bende kalıyor...


Nihayet iniyoruz Yalama ile Eybek dağının arasındaki vadiye... Vadiye inişimizle birlikte ısınıyoruz yavaş yavaş. Yalamayı arkamızda bırakıp, Eybek'e doğru yürüyoruz. Biraz ileride olduğu söylenen bir sayada yemek molası vereceğiz...




SAYA'DA MOLA...
Saat 14;30. Saya'dayız... Oturuyorum dışarıda bir ağacın dibine. Etrafımı seyrederken, atıştırıyorum enerjisi yüksek, miktarı düşük yiyeceklerimden. Arkadaşlarımı soracak olursanız, onlarda bişeyler atıştırıyorlar. Kimisi benim gibi dışarıda, kimisi ise sayada yakılan soba başında...







SAYA'DA HAYAT...
Bu saya şimdilerde virane olsada, bir kaç ay sonra buralar tekrar şenlenecek... Ocağı tütüp, kuzuları meleşecek... Aa bakın, ne diyeceğim. Dilerseniz gelin size bu sayayı tanıtayım biraz. Ha ne dersiniz... Bakın insanlar baharla birlikte geliyorlar buralara. Dağın başı. Yol yok iz yok. Eşyalar yayan veya katırlarla taşınır. Ve soğuklar düşene kadar buralarda kalır, hayvancılık yaparlar... Yani meşakkatlidir sayalarda yaşam... Öyle musluğu sağa sola çevirince sıcak su akmaz çeşmelerinden. Sayada yaşayan yaratıcıdır. Doğaya uyum sağlar. Onlar için bir ağaç çeşme, bir diğer ağaç ise eşyasını koyacağı raftır. Mutfağı, ocağı, tuvaleti dışarıdadır. Dağlarda geceler, yazlarıda çok soğuk olur. Onun içindir ki her daim gürül gürül yanan sobası, olmazsa olmazıdır... Yani zordur sayada yaşamak, hayata tutunmak... Zannetmeyin ki bu yaşam onların keyfi yaşamıdır. Hayır dostlarım, hayır. Bu onların yaşam kavgasıdır. Bizlere keyifli görünen bu yaşam, onların mecburiyeti, varolma mücadelesidir. Yoksa kim istemez ki musluğundan her daim sıcak su akmasını, vahşi hayvan korkusu olmadan gece tuvalete gitmeyi. Ha, söyleyin bana, kim istemez ki her ayın 15'inde bankamatiğin tuşlarına dokunmayı...
İşte bütün bunlar için saygı duyuyorum onlara, dağdan ekmeğini çıkaran bu canlara...




Zaman su gibi akıp geçiyor. Bizim molada burada bitiyor. Başlıyoruz yeniden yürümeye. Kar birikintili patikalardan vurup, çıkıyoruz hemen sağımızdaki vadinin sırtına. Ve işte tam bu anda Yalama ve dahada önemlisi hemen onun arkasından bize doğru bakan At Kayası ile göz göze geliyoruz. Ne büyük bir heyecan. İki kardeşi omuz omuza görmek... Eski bir dostu gördüğüm için sevinçliyim... Sırt boyunca inmeye devam ediyoruz...




Aşağılara doğru indikçe hava dahada ısınıyor, çiçekler böcekler kendini gösteriyor. Sayadan itibaren bol bol mor Çiğdemler süslüyor yolumuzu. Ve adını bilmediğim mavi ve sarı çiçekler.



HİKAYESİ BAŞKA SEFERE...
Vadi boyunca akan minik bir derenin yanına geldiğimizde ise boynu bükük beyaz kardelenler, mutluluğumuza mutluluk katıyor... Kardelenler bir kış çiçeğidir. Narin görünümlerine rağmen kar buz soğuk onları etkilemez. Ve çokta güzel bir hikâyesi vardır... Aşk ve cesaret üzerine... Ama şimdi size uzun uzadıya bu hikayeyi anlatamayacağım. Çünkü gitmemiz gerek... Belki başka bir zamana...





Kardelenlere veda edip, derenin hemen üzerinde ki sırta doğru yürümeye başlıyoruz. Bir süre daha vadi boyunca kayalık ve dar patikalardan yürüyüp, tekrar orman içine giriyoruz.


Ve çok sürmüyor nihayet sabah tırmanışa başladığımız yerin biraz ilerisinden, iniyoruz Kumluca orman yoluna...



Artık londra asfaltı gibi tanıdık bildik yollardayız. Herkes mutlu ve yanındaki ile sohbet içinde... Bende mutluyum. Zihnimde bugüne dair yaşadıklarım, atıyorum adımlarımı neşe içinde. Ve nedense en öndeyim... Ya arkadaşlarım yavaş, yada ben mutluluktan uçuyorum...



Saat 17;00. Kumluca'dayız. Ve bitiyor bu güzel gün. Biniyoruz aracımıza ve geliyoruz Yaşyer köyüne...


Burada yorgunluk çayları içilecek, iki çift yüz yüze sohbet edilecek... Oturuyoruz ortadaki up uzun birleştirilmiş masalara. Soba hemen yanıbaşımızda gürül gürül... İnsanın kalkası yok. Ama artık evlerimize gitmeliyiz. Vakit su gibi. Kalkıyoruz biniyoruz tekrar aracımıza. Ve göz açıp kapayıncaya kadar geliyoruz güzel Edremit'e...


SON SÖZ...
Açıkçası bugünkü parkurun bana bu kadar zevk vereceğini hiç düşünmemiştim. Öyle ya At Kayasına gidemedikten sonra, Yalama'da ne oluyordu ki. Ama oldu! Yalama bugün bize tırmanışıyla inişiyle, buz tutmuş kayasıyla ağacıyla, donduran soğuğuyla rüzgarıyla bize kendini bir güzel anlattı... Kimine ben bir daha buraya gelmem dedirtsede, sanırım benim gibileri buraya gelip gitmekten yalama edecek kadar sevdirdi kendini... Bugün tamı tamına 14 km yürüdük. Çok muydu! Hayır, değil. Zormuydu! Eh.. Soğuk muydu! Çoookk... Ve açıkca söylemeliyimki her şeye rağmen bugün, şu ana kadar yürüdüğüm en güzel parkurlardan birisini yürüdüm... Çok mutlu oldum, çok zevk aldım...

İşte bütün bu duyguları bana yaşattığı için İda Dağcılığın kıymetli yöneticileri Savcı bey ile Ayşen hanıma ve buraları avucunun içi gibi bilen rehberimiz Ahmet bey başta olmak üzere tüm yol arkadaşlarıma ayrı ayrı teşekkür ediyorum...

Not: Bu yazıda kullanılan toplam 73 adet fotoğraf'tan 1'inci fotoğrafın çekimi Ahmet Başıbüyük, 52'inci fotoğrafın çekimi İda Dağcılık ve 73'üncü fotoğrafın çekimi ise Sertan Akyol'a ait olup, diğer çekimlerin tamamı bana aittir.

( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )

Murat Turan - 2020