İzleyiciler

25 Ocak 2019 Cuma

KUMLUCA'DAN EYBEK KULE - ÇAĞLAYANLAR YOLU (22.01.2019)


KUMLUCA'DAN EYBEK KULE - ÇAĞLAYANLAR YOLU (22.01.2019)

Değerli dostlarım, müsaade ederseniz bu haftaki yazıma, bir gün öncesinde yaşadıklarımı anlatmakla başlayacağım... Aslında bir sonraki gün yaptığım orman yürüyüşü ile hiçbir bağlantısı yok bu günün, denize can veren çağlayanlar dışında...

21.01.2019 Pazartesi...
Kış aylarında arzu etiğim gibi denize giremesem de, vücudum tuzlu ve buzlu sularla buluşamasa da son günlerde tekneyle de olsa, engin maviliklerde fink attığım için çok mutluydum... Geçen hafta nergis peşindeydik, bu hafta ise balık...



Açıkçası bugünü, uzun uzadıya anlatmayacağım sizlere. Ama en azından nereye gittiğimi ve ne yaptığımı bilmeye hakkınız var diye düşünüyorum... Evet bugün günlerden Pazartesi. Bahardan kalma güneşli bir gündeyiz. Ve biz üç kişi balık avına gitmeye karar veriyor, dümeni Ayvalık adalarının açıklarına kırıyoruz... Çiçek adasını geçiyor biraz ileride demir atıyoruz. Çıkarıyoruz oltaları, salıyoruz mavi derinliklere. Beklerken heyecanla, güzel sohbetler ediyoruz. Arada bir yemlerimizi tırtıklayıp alan balıklara buda bizden olsun diyor, ısrarcı ve obur balıkları ise teknemize alıyoruz... Aslında balık bahaneydi bugün, deniz ise şahane...

Yeter diyor, çalıştırıyoruz gürültücü "pat pat" sesi ile sesimizi bastıran motoru. Geçen seferki nergis kokuları hala burnumuzda ve işte o ada da tam karşımızda. Dümeni burnumuzun doğrultusuna, kokuya doğru kırıyor, nergislerimize kavuşuyoruz... Bu sefer hemencecik ayrılmıyoruz buradan. Bütün kokuları derin derin soluyor, eşlerimiz için alınan bir kaç demetçik nergisle ayrılıyoruz...


22.01.2019 Salı...
He zamanki gibi sabah erkenden kalkıyorum. Kahvaltıda ne yediğim bu seferlik ben de kalsın, çıkıyorum yola. Ayvalıktan gelecek arkadaşlarımla, Entur Termal Tesisleri önünde buluşacağız. Geliyorum Entur'a. Hava alaca karanlık. İniyorum arabadan, sabahın soğuğu yüzüme vuruyor. Geçiyorum yolun karşısına ve saatler 07;50'yi gösterirken geliyor arkadaşlarım. Kendimi atıyorum sıcacık arabanın içine ve sıcak sabah sohbeti ile vuruyoruz Havran yoluna...



Saat 08;00. Çorbalar ve çaylar içiliyor yine en lezzetlisinden... Ve fazla oyalanmadan ayrılıyoruz Havran'dan. Her zamanki gibi Kalabak köyünün içinden geçip, Hanlar yoluna çıkıyor, buradan da "Kumluca Orman Yangın İlk Müdahale İstasyonu'nun" önüne geliyoruz.


Saat 09;00. İniyor arabadan, kuşanıyoruz sırt çantalarımızı. Ve kendimizi Yangın İstasyonunun yanından, vuruyoruz Kızılçamların içine. Sağımızda bi hayli dik bir uçurum, dibinde de çağlak sesi ile bir dere. İşte başlıyor günümüz. Yürüyoruz hafif rampa tırmanışlı, orman yolunda. Güneş ışıl ışıl, sıcaklığı sırtımızda. Tırmandıkça terliyor, çıkarıyoruz üzerimizdeki fazlalıkları.

Yanıbaşımızda çağıldayan beyaz köpüklü dereler, daha şimdiden alıyor bizi içine. Kimi yerde daracık yatağına sığmaz coşkun, kimi yerde geniş yatağına yayılmış dingin akarken, kulaklarımıza daima güzel bir tını bırakıyor... Oturup, saatlerce dinlenesi bir tını...



ASİL VE MAĞRUR...
Şuraya da bakın! Yamaçtan gelen başka bir dere ile birleşiyordu bizim dere. Duruyor, yamaçtan gelen derenin gerisine doğru dikkatle bakıyoruz. Bi çağlayan mı var orada!.. Dereden karşıya geçip, yamaç yukarı akan dere boyunca şöyle bir bakmak istiyoruz... Evet, yanılmamışız. Burada kendisini saklamış, çok güzel bir çağlayanla karşılaşıyoruz. Biz sevinçle yanına yaklaşırken, o asil ve mağrur duruşunu hiç bozmuyor. Sokuluyoruz hemen yanına, hatıramız olsun diye bir kaç fotoğraf çekip, ayrılıyoruz yanından...

ÖLME EŞŞEĞİM ÖLME...
"Asil Çağlayan'ı" görmenin mutluluğu içimizde, yavaş adımlarla yürüyoruz. Çok değil bir kaç dakika sonra, Kızılçamlar arasından tüm heybeti ile bize bakan Yalama Kayalığı ile göz göze geliyor heyecanlanıyoruz. Ama benim heyecanım Yalama Kayalığını gördüğümden değil, benim heyecanım hemen onun arkasında, onunla omuz omuza olduğunu bildiğim At Kayası'nın varlığındandı. Nedense geçtiğimiz yazdan beri At Kayası ile uzaktan bir gönül bağım oluşmuş, onu görme ve keşfetme arzusu ile yanıp tutuşuyordum. Ama bu mevsimde At Kayasına çıkmanın çok tehlikeli olacağı söyleniyor, maalesef bizim kavuşmamız da yaza kalıyordu... Yani benim için "ölme eşşeğim ölme" hikayesi...


BÜVET'Lİ ÇAĞLAYAN...
Bu düşünceler ile en arkadan yürürken, arkadaşlarımdan ikisinin çok dik bir yamaçtan, dere yatağına doğru inmeye başladıklarını görüyor, hemen dikkat kesiliyorum... Evet orada gürültülü sesi ile bir çağlayan daha vardı. Bende hemen taşlı, topraklı gevşek yamaçtan kayarak, düşe kalka iniyorum aşağı. Ve karşımda, önünde turkuaz renkli büveti ile ak köpüklü çağlayanı görüyorum. Gencecik bir çınarın dibinden çağlarcasına, ak köpüklerini yüzümüze sıçratarak gülümsüyor bize, bizde ona. Her zamanki anı fotoğrafı çekimleri, vedalaşma ve ayrılma. Elveda "Büvetli Çağlayan", elveda...




Bugün yürüdüğümüz yol yeşil yapraklı Kızılçamların, kışa inat dallarına sıkıca sarılan turuncu yapraklı Meşe ağaçlarının yoluydu. Bugün yeşilin ve kızılın günüydü. Kahverengi ise tablonun fon rengiydi. Ve biz bu tablonun içinde yürüyor, zaman zama çıkıp su dünyasına geçiyorduk...


Evet, bugün "su dünyasında" geziniyoruz adeta. Dere tepe her yer su... Başımızı sola çeviriyoruz yamaçlardan su fışkırıyor, karşıya bakıyoruz tepelerden çağıl çağıl sular geliyor, yollara bakıyoruz su, sağımızda ki dere desen bize sık sık çağlayan armağan edip duruyor...


Bakın işte bir tane daha. Boylu boyunca çoşmuş ta çoşmuş. Beyaz yelelerini rüzgara bırakmış küheylan gibi...

Ya şu kayaları yalarcasına kendisini aşağı bırakana ne dersiniz. Ağaçların yeşili altında beyaz köpüklerini nasılda saçıyor...



Artık bırakıyorum, kaç çağlayan gördüğümü saymayı. Sessizce fotoğraflarını çekiyorum sadece. Kardeşim burada her köşebaşı, çağlayan olmuş çağlıyor. Hepside birbirinden güzel. Hangi birini anlatayım, hangi birine methiyeler dizeyim...

Gönlümüz gördüğümüz güzellikler karşısında mest oluyor, bir süre konuşmadan yürüyorum... Eğimi çok olmayan bir rampa tırmanıyoruz. Derelerden, çağlayanlardan uzaklaşıyoruz.
Şimdi kulaklarımızda sadece o güzel ötüşlü kuşların sesleri. Aslında yol boyunca kuş sesleri hep vardı. Ama biz çağlayanlar sevdasına, onları ya duymadık yada duymazdan geldik...





ONUN BİR SORUMLULUĞU VAR...
Kuleye çok az yolumuz kaldı. İleride ağaçlar arasından sesler duyuyor, önümüzdeki virajı dönünce, duyduğumuz seslerin bir keçi sürüsüne ait olduğunu anlıyoruz. Sürünün çobanı görünürde yok ama gür sesi ile babayiğit bir köpek karşılıyor bizi. Yaklaşıyoruz yanlarına. Keçilerin umrunda değiliz, onlar yeme içme derdinde. Kimisi iki ön ayağını ağaca yaslayarak arka ayakları üzerinde yaprakları kemirirken, bir başkası boyuna daha uygun bir ağaç dalı bulmuş, keyifle kemirip duruyor. Yani dünya yansa umurlarında değil. Ya köpek. Onun bir sorumluluğu var. Baksanıza, koskoca sürüyü ona emanet etmişler. Köpek bir heykel gibi hareketsiz ve suskun, bütün dikkati ile bizi süzüyor. Sevecen sözlerimizin hiç birine tınmıyor. İlk kez böyle bir köpek görüyor, sessiz ve kararlı bakışları karşısında ürperiyorum...


Vuruyoruz, kuleye çıkan dik rampa yola. Burada karlar henüz erimemiş. Demek ki buraya da çok kar yağmıştı. Olsun kar bereket demektir...

Saat 12;20. İşte Kule göründü. Giriyoruz bahçesinden, çıkıyoruz kulenin tepesine...


ALLAH AŞKINA, NE GÖRÜYORSUNUZ...
Ve tam karşımızda bizi üzen manzara ile yüz yüze geliyoruz. Bakarmısınız şu fotoğrafa. Allah aşkına ne görüyorsunuz, söylermisiniz şimdi!.. Evet belki siz ilk bakışta ne olduğunu anlamayacaksınız. Haklısınızda. Peki ben size orasının, Kazdağlarının ortasında bir maden ocağı ve onun siyanürlü havuzu desem... Şimdi fotoğrafa bir daha bakıp, bana duygularınızı söyleyebilirmisiniz... Ben ise çok üzgünüm ve söyleyecek laf bulamıyorum artık...Ah! Şu madenciler...

Bu konu açılınca, enerjim düşüyor birden. Aslında bu bölümde sizlere, bu kulenin dört cephesinin bizlere sunduğu, muhteşem manzaraları anlatacaktım. Ama tadım kaçtı, artık başka sefere diyelim...



OLMADI ORMANCI KARDEŞ...
İniyoruz kuleden, bahçedeki çeşmeden su içeceğiz. Ama çeşmenin yanıbaşında, ortadan kesilmiş ve gövdesi tam beş yerinden, dikenli tellerle boğdurulmuş zavallı ağaçları görünce, sinir katsayım tekrar tavan yapıyor. Akıllarınca kulenin etrafını tel çitle çevirmişler. Bre vicdansızlar, bu nasıl bir akıl tutulmasıdır. Orman böylemi korunur...



BAYRAK OLUŞUMU...
Bu defa kuleden, huzur bulamadan ayrılıyoruz. Gelirken tırmandığımız karlı kısa rampayı, bir çırpıda iniyoruz. Ha, bu arada çıkarken gördüğüm bir doğa olayından da sizlere bahsetmek istiyorum. "Ağaçlarda Bayrak Formu." Hiç duydunuz mu veya gördünüz mü bilmem ama Kuleye çıkarken bu bölgede "bayrak formunda" bir çok ağaç var. Peki nasıl oluşuyor bu derseniz, bende öğretmen arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarıyla anlatayım size.
Aynı yönde şiddetle esen rüzgârların etkisi altında büyüyen ağaç dallarının, bir tarafa yönelim göstermesi ile oluşuyor. Ve uzaktan bakınca da ağaçlar gerçekten bayrak gibi görünüyor. Ben ilk gördüğümde çok etkilenmiştim. Onun için sizlerle bunu paylaşmak istedim...


DÖNÜŞ YOLU...
Eybek Kule, bugünkü yürüyüşümüzün nihai noktasıydı. Biz yürüyüşlerimizde zorunluluk olmadıkça, gittiğimiz yoldan geri dönmez, genelde ring çizeriz. Ama bugün gönlümüz, "Çağlayan Yolunu" bırakmak istemiyor. Ve heyecanla, geldiğimiz yoldan geri dönüşe geçiyoruz...
Kızılçamların içinden geldiğimiz yola düşüyoruz tekrar. Çok sürmüyor, yamaçlarından su fışkıran, sağımızdan gürül gürül akan derenin üst tarafında, yemek molası vermeye karar veriyoruz.



YEMEK MOLASI...
Saat 13;00. Hemen yakıyoruz ateşi, koyuyoruz çay suyunu. Bugün peynir, zeytin ve tahinli pekmez yiyeceğiz. Yanında da odun ateşinde kızarmış ekmek. Vee bolca sohbet... Daha ne olsun...





Saat 14;30. Sohbet koyu ama gitme zamanı. Düşüyoruz yola. Yolumuz sürekli inişli. Sık sık "Yalama Kayası" ile göz göze geliyoruz. Meşeler kimi yerde tamamen yapraklarını dökmüş, tüm çıplaklıkları ile yeşil çamların karşısında dimdik duruyorlar. Siluetleri ile biz böylede güzeliz diyorlar. Eh, pek haksız da sayılmazlar...


Dönüş yolunda, yanından geçtiğimiz kimi çağlayana sevgi ile el sallıyor, kimisine ise dokunurcasına elimizi uzatıyoruz. Çağlayanların sesi kulağımızda, tabiatın güzelliği gözlerimizde mutlu oluyoruz...



Dönerken, doğanın bize sunduğu ölüme dair emarelere de şahit oluyor, aldığımız her nefesin kıymetini idrak ederek ve ruhumuzu arındırırcasına hızlı adımlarla yürüyoruz...

 
Saatler 16;20'yi gösterirken, arabamızı bıraktığımız yere, Kumluca Yangın İstasyonu'na geliyoruz.
Bugün öylesine, keyfi bir doğa yürüyüşüne çıkmıştık ama elimizdeki cihaz, 16,5 km'yi gösteriyordu. Mutluyuz...



ÇAĞLAYAN DEĞİL ŞELALE...
Eşyalarımızı toparlayıp, koyuluyoruz yola. Ama Erhan bey, her zaman ki gibi yapacağını yapıyor, yakınımızda olduğunu söylediği son bi şelale ziyaretinden bahsediyor. Çok uzak değil, madencilerin yolundan giriyor bir kaç yüz metre sonra arabamızı yolun kenarına bırakıyoruz. Hemen yolun solundan, ağaçların içine giriyoruz. Şelalenin sesi kulaklarımızda, kendisini göremesek te sesi ile çağırıyor bizi. Ama durun öyle. Burası resmen uçurum ve çok dik. Bakalım nasıl ineceğiz aşağı...


İniyoruz. Ve iyikide iniyoruz. Bugün gördüğümüz çağlayanlar içinde, en büyüğü ve en coşkun olanıydı bu. Buna bence çağlayan değilde, şelale demek daha doğru olurdu. Merhaba şelale, merhaba... Biz geldik, kardeşlerinden selam getirdik diyor, fotoğraflarını çekiyoruz...

Uçurumdan daha hallice yamaçtan yukarı tırmanırken, bir taraftan da burasının yaz mevsiminde çok güzel olacağını düşünmekten, alıkoyamıyorum kendimi...

Saat 17;20. Edremit'teyiz. Vedalaşıyorum, günümü paylaştığım arkadaşlarımla, bir daha görüşebilmek temennisiyle...


SON SÖZ...
Bugün keyfe keder, öylesine çıkılmış bir doğa yürüyüşüydü. Hava güneşliydi, mevsime göre oldukça da sıcaktı. Açıkçası bu yolu daha öncede yürümüş biri olarak, beklentilerim çok yüksek değildi. Ama ben nerden bilirdim ki kaç haftadır üzerinde yürüdüğümüz karların eriyeceğini, eriyipte derelere can verip, çağlayanları coşturacağını... Bugün çok sayıda irili ufaklı, birbirinden güzel çağlayanlarla beraber yürüdük. Her biri ak köpükleri ile gönlümüzü, gürül gürül sesleri ile kulaklarımızı şenlendirdi...

Gönüllerin şen olduğu bu yürüyüşte, bana yol arkadaşlığı yapan dostlarıma çook teşekkür ediyor, çağlayanlar yolu olarak zihnime kazınan bu güzel parkura ise 10 üzerinden 9 puan veriyorum...

Not: Bu yazıda kullanılan toplam 53 adet fotoğraftan, 45. Muharrem Keskün'e, 52. fotoğraf ise Erhan Çiftçi'ye ait çekimler olup, diğer çekimlerin tamamı bana aittir.

Murat Turan - Akçay 2019