İzleyiciler

30 Eylül 2018 Pazar

BU SEFER Ki YAZIMIZ BİR HİKAYE OLSUN... (29.09.2018)

HİÇ UNUTMADIM Kİ...
Yıllar ne çabuk geçiyor. Tam 19 yıl olmuş, büyük felaketin üzerinden geçeli. Çok kötü günlerdi. Ruhumuz ne kadarda acımıştı. Geçtimi peki herşey. Geçmedi tabiki. Hiç unutmadım ki. Daha dün gibi hatırlıyorum o geceyi...

""Gece saat 03;02...
Korkunç bir gürültü, sarsıntı ve şaşkınlık içinde uyanıyorum. Yatağımı, altımdan çekiyorladı sanki. Deprem! Deprem oluyordu. Sağımda yatan eşime bakıyorum, o da korku içinde kalakalmıştı. -"Korkma, deprem oluyor" diyorum. Hemen yataktan çıkıyoruz. Sallantının etkisiyle düşmeden, ayakta durmaya çalışıyoruz. Ve bir kaç adım atarak, yatak odamızın yanındaki banyo kapısının altına atıyoruz kendimizi. Evin bu bölümünde, kolon ve kiriş geçişleri çoktu. Aklımızda nereden kalmışsa, bu noktanın sağlam olacağını düşünmüştük. Bu arada, karşı odamızda kalan, birde küçük misafirimiz vardı. Adı Emrah. Kuzenimin oğlu. Bursa'da bulunan, Askeri lise sınavlarına girmek için bir kaç günlüğüne, yanımıza gelmişti. Yüksek sesle bağırıyorum durmadan;
-"Emrah!
- Emrah!
- Korkma abim buradayız" diye. Emrah'ta çoktan uyanmış, korku içinde yanımıza gelmişti hemen. Üçümüz birbirimize sarılmış, bitmek bilmez uğultulu sallantının, sona ermesini bekliyoruz. Kalbimiz korkudan yerinden çıkacakmış gibi atıyor, ama hiç birimizden tek kelime dahi çıkmıyordu. Beş katlı bir binanın son katında ve çaresizdik. Bina beşik gibi sallanıyor, kırılan, dökülen avize ve dolapların çıkardığı sesler, korkumuzun dahada artmasına sebep oluyordu. Kıyamet kopuyordu adeta. Bitmedi. Saatler sürdü, sanki...

Nihayet durdu sallantı. Zaman da durdu. Sessizlik ...
Bir süre daha olduğumuz yerde, korkuyla kalakalıyoruz öylece...
Her yer karanlık. Ve biranda;
- "Hadi! Hadi!
- Çabuk giyin elbiselerinizi, iniyoruz hemen!" diyorum.

Üçer beşer atlayarak, iniyoruz merdivenleri. Binanın önündeki bahçeye kendimizi attığımızda, nefes nefeseydik. Saat gecenin 3'ünü çoktan geçmişti. Bizim gibi herkes dışarıda. Kimisi pijamalarıyla, kimisi elinde valiziyle. Herkesin sesinde bir titreklik ve korku, gözlerinde ise şaşkınlık ifadesi vardı. Ağlaşan bir kaç çocuk, ailesi tarafından sakinleştirilmeye çalışılıyor...

Mevsim yaz, Ağustos'un 17'si. Gece olmasına rağmen hava sıcak, üşümüyoruz. Herkes bahçenin bir yerinde kümelenmiş. Bir kulağımız radyoda. Haber almaya çalışıyoruz, deprem hakkında. Merkez üssü neresi, şiddeti ne, yıkım ölüm varmı diye... Aramaya çalışıyoruz hemen yakınlarımızı. Hem iyi olduğumuzu bildirmek, hemde iyi haberlerini almak için. Ama nafile. Çünkü cep telefonları çalışmıyor. Biz meraktan deliriyoruz ve eminizki bizden haber alamayan yakınlarımızda bizi çok merak ediyorlar. Öğretmen olan iki ablamla aynı şehirde, Gemlik'te oturuyoruz. Hemen ablamların oturduğu mahalleye gitmek üzere, atlıyorum arabama. Çok uzakta değillerdi. Ama aklımdan o kadar olumsuz düşünceler geçiyorduki, bitmek bilmedi dar sokaklı caddeleri tek tek geçmem. İki ablamda aynı apartmanda oturuyordu. Yüreğim sıkışıyor. Girdim sokağa, gözüm oturdukları apartmanda. Ve Allahım sana şükürler olsun, bina karşımda tüm heybetiyle sapasağlam duruyordu. Bu bina bu kadar büyükmüydü, şimdi mi bana öyle gelmişti. Sevinçliyim. Gidiyorum binanın yanındaki insan güruhun yanına. Ve bizimkileri görüyorum. Sarılıyoruz sevinçle....
Ama Karamürsel'de oturan ablamdan bir türlü haber alamıyoruz. Şu cep telefonları bir çekse, ne olur. Defalarca arıyoruz. Önceleri ulaşılamayan telefonları, şimdi çalıyor ama açan yok...

Sabah 07;45. Görevim nedeniyle işe gitmek durumundayım. Sorumluluklarım var. Gidiyorum. İçimde sıkıntı. Afakanlar basıyor, ruhum daralıyor. Sürekli tv ve radyodan bölge hakkında bilgi almaya çalışıyoruz. Haberler kötü. Yalova, Karamürsel, Gölcük hattında bir hayli binanın yıkıldığı söyleniyor. Yolların ulaşıma kapalı olduğundan, zorunlu olmadıkça şehirler arası yola çıkılmaması gerektiğinden bahsediliyor. Ben ise yerimde duramıyorum, yüreğim sıkışıyor. Sürekli cep telefonu elimde, ama telefonun diğer ucundan beklediğim ses, bir türlü gelmiyor...

Artık duramıyorum. Amirimden izin alıp arabamla vuruyorum, Yalova üzerinden Karamürsel yoluna. Yollar nisbeten açık. Her iki yöne de sürekli yanımdan, sirenleri acı acı öten ambulanslar geçiyor. Ambulansları gördükçe, siren seslerini duydukça daha bir heyecanlanıyor, bastıkça basıyorum arabanın gaz pedalına.
Yollarda güvenlik görevlisi ve polis kontrol noktasıyla pek karşılaşmamıştım. Bir terslik vardı, belli... Yalova'dan geçiyorum. Yıkılan binaları ve üzerindeki insanları görüyorum. Gittikçe moralim bozuluyor. Karamürsel'e yaklaştıkça, kendi kendime "Hayır, sakın olmasın" diye söylenip duruyorum...



Karamürsel'e gelmek üzereyim. Ablamların evi tamda yolun kenarında idi. Şehrin girişindeki benzinliği biraz geçince, 5-6 katlı binalardan biriydi.
- Ama, ama...
- Hani nerede ? Nerede, bu bina ? Göremiyorum.... Bu kalabalık da ne? Ya bu iş makinaları... İniyor, koşuyorum enkaza... Çaresiz, sağa sola bakıyorum. Enkazın bir kaç yerinde, arama kurtarma ekipleri çalışıyor. Elim kolum bağlı, yerle bir olmuş enkazın üzerinde, bizimkilerden bir iz bulmaya çalışıyorum. Yaklaşık onsekiz ailenin yaşadığı altı katlı bina kum, beton, demir yığını haline gelmişti adeta. Güvenlik güçleri geliyor, arama kurtarma ekipleri dışındaki insanları, enkazın üstünden indiriyorlar. Çaresiz uzaktan izliyorum. Allahım! İnşallah, yaşıyorlardır... Benimle birlikte bir çok insan, üzüntü ile enkazın yanında bekiliyor. Enkazdan her insan çıkarılışında heyecanlanıyor, sağ olmadığını gördüğümüzde ise ümitlerimiz tükeniyor, üzüntüye boğuluyorduk...

    "Güzin ablam, derdi, kederi pek sevmezdi. Şendi. Hani derler ya "kapı gıcırtısına oynar" diye. Bu deyim tamda Güzin ablam için söylenmiş olmalıydı. Kimsenin üzülmesine dayanamaz, mutlaka derdine ilaç olurdu. Ah! Güzin ablam, ah! Ama bak şimdi sen bizi üzüyorsun..."



Bu arada telefon ile Gemlik'teki kardeşlerime durumu anlatıp, gelmeleri gerektiğini söylemeliydim.. Saatler geçiyordu hızla, akşamın karanlığı çökmüştü şehrin üzerine. Şehrin elektrikleri deprem nedeniyle kesikti. Her yerden jeneratörlerin sesi, enkazda çalışan iş makinalarının sesine karışıyordu. Aldığımız habere göre Yalova, Kocaeli, Değirmendere, Gölcük ve Karamürsel'de bir çok bina yıkılmış ve binlerce ölü vardı. Kardeşlerim, eşim ve kuzenlerim de gelmişti. Kimimiz enkazın başında çaresiz bekliyor, kimimiz arama kurtarma ekiplerinin yanında canla başla çalışıyoruz. Hepimiz tarif edilmez üzüntü içindeyiz. Çünkü tam beş canımızdan hiç bir haber yoktu...

     "Sevgili Güzin ablam ve Fahri abim. Ne sıkıntılarla almışlardı bu evi. İkiside öğretmendi. Yıllarca köylerde, küçük kasabalarda çalışmışlardı. En son Karamürsel'i sevmiş, buraya yerleşmişlerdi. Güzin ablam daha yeni emekli olmuştu, Fahri abim ise çalışmaya devam ediyordu. Birbirinden güzel ve akıllı kızlarıyla çok mutluydular..."

İş makinalarının sesi hiç durmadı. Ve Saatler 22:00 civarını gösterirken, ilk acı haberimizi alıyoruz. Üç kız yeğenimden en küçüğü olan 12 yaşındaki Şeyma'mız melek olmuştu. O annesinin minik karaböcüğüydü... Şimdi kara toprağın oldu.... Arkasından, girdiği üniversite sınavını kazandığını bile göremeden uçup giden ortanca kızımız Şeyda ve sonrasında tontiş Tuğba'mızı aldık enkazdan...
Her biri ayrı ayrı ambulanslarla, gerekli doktor rapor işlemleri için hastaneye götürüldüler.
Biz ne durumdamıyız! Sormayın, şimdilik...

Bizimkilerin binasından, mucize babından sağ çıkanlar da oluyordu. Ama biz üç canımızı, melek olarak aldık. Yinede Allaha yalvarıyor, ümidimizi
hiç kesmiyorduk. Zaman ilerliyor ama değişen bir şey yok, eniştemizide alıyoruz enkazdan...
Saat 01:00. Ve benim merhametli, engin yürekli, güler yüzlü, güzel ablam da yanlız bırakmıyor çocuklarını ve eşini. Şimdi gülmeyen yüzüyle çıkarıyoruz onuda, ona mezar olan evinden. Yüreğimizdeki acıyı tarif etmek mümkün değil. İnadına gözyaşlarımız dışa değil, içimize içimize akıyordu... Şimdilik...

Yıkılmanın zamanı değildi şimdi. Dimdik durmalı, canlarımıza son görevimizi yapmalıydık. Nasıl olsa ağlayacak, dövünecek daha çoook zamanımız olacaktı, önümüzde...

    "Depremden bir gün önce, Karamürsel'deyiz. Fahri abim bizi ısrarla pikniğe götürecek. Yapılıyor alışverişler, ne varsa alınıyor. Yok yok yani. "Fahri abi yeter, kim yiyecek bu kadar şeyi, orduyumu doyuracaksın" dedikçe, o şunuda alalım, bunuda alalım diyordu. Evde de durum farklı değildi. Benim güzel ablam döktürdükçe döktürüyordu. Sanki düğün dernek hazırlığı vardı ... Gün boyu yedik, içtik eğlendik. Çok güzel vakit geçirdik. Çok neşeliyiz. Eve geldik. Mide fesadı geçireceğiz. Ama ablam, "Durun size bir su böreği açayım" demez mi! Ne dediysek vazgeçiremedik. Yaptı böreği ve bir güzel yedirdi bize. Nasıl bir gündü bu Allahım. Neyse sonuçta ablam ve Fahri abim çok yoruldular ama son derece mutlular. Tabi bizde mutluyuz. Yarın görevim var, gitme zamanı. Vedalaştık, her zamankinden farklı, sıkıca sarılarak ve gülümseyerek...
Meğer bizimle vedalaşma töreni hazırlamışlarda bizim haberimiz yokmuş... Bu mudur güzel ablacığım. Bu nasıl vedalaşmadır böyle..."


Felâket vardı, ülkemizde. Daha ilk gün yüzlerce ölü çıkarılmıştı enkazdan. Ölüleri muhafaza edecek yeterli morg yoktu. Ölü defin işlemleri hiç bekletilmeden ve durmaksızın devam ediyordu. Gece yarısını saatler geçe, bizde beş canımızı ardı ardına koyduk ebedi evlerine. Herbirini ben kucaklayıp, ben indirdim mezarlarına. Kendimi sıkmaktan taş olmuştum sanki. Ruhsuz, duygusuz, sadece komutları yerine getiren bir robot gibi hareket ediyordum... Ve kürekleri bıraktık elimizden....
Bitti... Vedalaştık her biri ile tek tek. Uğurladık bizimkileri, ölümsüzler dünyasına...

Ruhlarınız şad olsun, ışıklar içinde uyuyun güzellerim...""

Evet, ben hiç unutmadımki o geceyi, o gecenin ertesindeki günleri. Ben hiç unutmadımki güler yüzlü, merhametli güzel ablamı, mülayim Fahri abimi, Tontiş Tuğba'mızı, güzel Şeyda'mızı, karaböcük Şeyma'mızı... Ben hiç unutmadım ki...

Gün oldu sessizce, gün oldu bağır bağır ağladım. Ama değişen hiç bir şey olmadı. Zaman hiç durmadı, akıp gitti onlarsız, tam 19 yıl... Ve ben hiç unutmadım ki...

{ 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminde hayatlarını kaybedenlerin anısına.}

                         Murat Turan (29 Eylül 2018- Akçay)










26 Eylül 2018 Çarşamba

KAZDAĞLARI SUTÜVEN ŞELALESİ, HASANBOĞULDU GÖLETİ... (23.09.2018)



KAZDAĞLARI SUTÜVEN ŞELALESİ, HASANBOĞULDU GÖLETİ... (23.09.2018)

Genelde insanlar, burunlarının dibindekini görmez, daha uzaklara bakarlar. Veya kıymet vermezler. Nasıl olsa, hep ellerinin altındaya, ne zaman olsa, ulaşacaklarını düşünürler. Bu husus insani ilişkilerde de, gezilecek yerlerin önceliğinde de genelde böyle olur. İtiraf etmeliyim bizimde öyle oldu biraz. Evimin, neredeyse arka bahçesi diyebileceğim kadar yakın olan, Kazdağları'nın Sutüven ve Hasanboğuldu Göleti'ne bizde yeni gidebildik. Ama bunun geçerli nedenleri vardı. Birincisi, buraya en sevdiğim mevsim olan, doğanın dönüşmeye başladığı sonbaharın ilk günlerinde, Eylül ayında gitmeliydik. İkincisi, efsanelere konu olan Hasanboğuldu'ya yürüyerek, doğanın içinden güle oynaya, kurda kuşa, ağaca selam vererek, soğuk pınarlarından su içip, terimizi akıtarak ulaşmalıydık...

MEVSİM SONBAHAR, AYLARDAN EYLÜL...
Artık zamanıydı, Sutüven şelalesinde yüzmenin, Hasanboğuldu'da arınmanın. Bir haftadır, düşürmüyorum Hasanboğuldu'yu, Sutüven'i dilimden. Tam zamanı diyorum. Ailece gitme arzusundayım. Eşim, yürüme konusunda gayretlidir ama henüz kondisyonu yeterli değildir. Ama ben içten içe, eşimin aklına sokuyorum, yürüyerek Hasanboğuldu'ya gitmeyi...

Tamamdır bu iş yarın gidiyoruz. Akşamdan; yanımıza ne alacağız, nereden, nasıl gideceğiz, tahmini mesafe ve varma saatimizi konuştuktan sonra, "Sabah en geç saat 09.00'da, teker döner" diyor ve erkenden yatıyoruz...



23 EYLÜL, PAZAR. HAYDİ DÖNSÜN TEKER...
Saatler 08.55'i gösterirken, eşimle birlikte sırtımızda çantalar çıkıyoruz evden. Rotamız, bilinenin aksine şöyle olacaktı; asfalt yoldan Kızılkeçili köyüne gidip, buradan Kazdağlarına vuracağız.


EŞİMİN NEŞESİ İLE KIZILKEÇİLİ YOLU...
Hava açık, gökyüzü insanın içine ferahlık verecek kadar berrak ve derin. Güneş henüz yakmıyor, terletmiyor. Yaz kış kimi zaman sabah, kimi zaman akşam saatlerinde, defalarca yürüdüğümüz Kızılkeçili köy yoluna, neşe içinde koyulduk. Eşimde bu sefer, başka bir neşe vardı sanki, coşkundu konuşmaları. Hediye almış çocuklar gibi şen ve enerjikti. Bu durumu, benide memnun etti. İnsanın hayat arkadaşı ile beraber, sevdiği hobilerini yapabilmesi kadar güzel bir şey yok... Böyle bir ruh halinde, konudan konuya geçen neşeli konuşmalarımızla bir baktık ki , Kızılkeçili köyündeyiz. Yaklaşık 3 km yol yürümüştük.



BEN BU KÖYÜ SEVİYORUM...
Saat 09.25'i gösteriyordu. Köyün girişindeki çay bahçesinin önünde bulunan çeşmede; elimizi yüzümüzü yıkadık, kana kana suyumuzu içtik, su mataramızı doldurup, hiç duraksamaksızın yola revan olduk.



Köyün ara sokaklarından yürüyoruz. Ben bu köyü, oldum olası hep sevdim. Zaten buraya köy demeye, bin şahit ister. Manavı var, eczanesi var, gözlemecisi var, kasap dükkanları var, çok güzel çay bahçesi var, ekmek fırını var, bakkalı, marketi, kahvaltıcısı ne ararsan var. Sıkı durun şimdi, bugünlerde yeni faaliyete giren, bir sanat evi bile var. Muhteşem bahçeleriyle villa ve müstakil evlerini hiç saymıyorum bile. Şimdi sen gelde, böyle bir yere köy de. Gerçi Türkiye'nin her yerinde olduğu gibi burasıda, Büyük Şehir Belediyesine bağlanmış durumda ya, oda ayrı bir konu...



LONDRA ASFALTI...
Neyse biz gelelim asıl konuya. Köyün içinden çıktık, Kazdağlarına doğru gidiyoruz. Yolumuz, hala asfalt. Eskiden buralar toprak yollardı. Hatta yıllar önce arabamla girmiştimde bu yola, bin pişman olmuştum, taştan çakıldan. Şimdi ise Londra asfaltı gibi bir yolda yürüyoruz. Bunun sebebi ise son yılların trendi, doğaya dönüş ve günah çıkartma tesislerinin, yol boyunca faaliyet göstermesi. Kamping ve bungalov evlerden bahsediyorum. İsimlerini burada saymam doğru olur mu bilmiyorum ama ben reklam olmasın diye, yazmayacağım. Belki daha sonra, bölgedeki tüm kamping alanları ile ilgili detaylı bir yazı kaleme alınabilir.



CİNSİYET AYRIMCILIĞI...
Yürüyoruz, güneş iyice ısıtmaya başladı. Cinsiyet ayrımcılığını sevmem ama erkek olmamım avantajı ile hemen tişörtümü çıkartıyorum. Ohh! Rahatladım. Böyle daha iyi oldu şimdi. Neşeyle yürüyoruz, eşimle. Yolda gördüğümüz her pınardan, su içmeye çalışıyoruz. Hiç su sıkıntısı çekmedik, yol boyunca sık sık pınarlara rastladık. İçtiğimiz suların lezzeti ise birbirinden güzeldi.



İNCİR YOLU...
Yolumuzun sağı solu, genelde zeytinlik ve de incir. Yakın çevrem çok iyi bilir. İncir deyince, benim için akan sular durur. Gözüm hep yaprakları kısmen dökülmüş, incir ağaçlarında. Hele son kamping alanından sonra, ikiye ayrılan yolun sağına girdiğimizde, yol boyunca tek sıra halinde incir ağaçlarını görünce, iyice gözüm dönmüştü. Bu yola "İncir Yolu" adını veriyoruz. Ve pek tabi tek tük te olsa, dalında kurumuş incirleri, içindeki misafirleri ile birlikte mideme gönderiyorum. Sonuçta doğadayız, öyle değilmi...




ARI KOVANLARI...
"İncir Yolu'nda" ilerlemeye devam ediyoruz. Tahmin ettiğiniz gibi buralarda tesislerin sayesinde, asfalt olmuş durumda. Az kaldı yolumuz, o da ne? İlerde yolun kenarına dizilmiş, onlarca arı kovanı var. Bir kazaya kurban gitmeyelim diye, hemen tişörtümü giyiyorum. Eşime ağzını, gözünü koru diyorum. Hızlı adımlarla geçiyoruz buradan...



DELİ DUMRUL...
Saat 10:40. Sutüven'e geliyoruz. Durun, hemen içeri girmek yok öyle. Daracık bir patikanın girişine koymuşlar bir kulübe, içinede bir adam, Deli Dumrul hesabı, köprüden geçme parası alıyorlar. Orman ve Su işleri Bakanlığı personeline bedava olan milli parka girişler, ücrete tabii. Veriyoruz paramızı, inmeye başlıyoruz daracık patikadan aşağı.






İlk şelalenin sesini duyuyoruz. Bulunduğumuz yerden karşı tarafa oldukça dar, zemini ahşap ama ana gövdesi metal olan bir köprüden geçiliyor. Tabiki biz hemen geçmedik...









"Bir kayadan duman duman,
Onyedi metre atlayan,
Dağ kokusu ile yüklü su.

Akması tel tel ince saç ,
Düştüğü yer üç kulaç,
Mavi su, ak köpüklü su..." ( Mustafa Seyit Sutüven)


SUTÜVEN ŞELALESİ...
Önce Sutüven'i sağından solundan bir güzel seyreyledik, fotoğraflarını çektik. Ardından köprüden karşıya geçip, oldukça dik taş merdivenlerden aşağı yanına, inmeye başladık. Aşağı indiğimizde, oldukça kalabalık bir insan güruhu ile karşılaştık. Kalabalık içinden birisinin kalabalığa hitap şekli ve konuşmalarından, bu insanların bir tur grubu olduğu anlaşılıyordu. Neyseki fazla kalmadılar. Biz indiğimizde, onlar da gitmeye hazırlanıyordu. Ben bir kayanın arkasında hemen mayomu giydim ve sabırsızlıkla, 17 metreden döküldüğü söylenen şelaleye doğru, kaygan taşlardan düşmemeye çalışarak, yürümeye başladım. Önce dizlerime kadar, sonra hoop... Su ölüyü dirilten cinsten, soğuk ama bir o kadarda haz veriyor. Vücud dışarı atmak istiyor kendisini, zihin ise daha çok diyor... Hava güzel, doğa güzel, su daha güzel. Mutluyum... Yeter diyoruz. Çıkıyorum şelalenin buz gibi sularından ama hala derenin içindeyiz. Her açıdan fotoğraf çekip, anı ölümsüzleştirmek istiyoruz...



ŞELALENİN İSMİ NE ANLAMA GELİYOR...
Şelalenin isminin ne anlama geldiğini, konu dağılmasın diye en sona bıraktım. Ben kelimelerin anlamları konusunda, ilk olarak Türk Dil Kurumu gibi resmî sitelere müracaat ederim. Ama ne TDK'nın resmî sitesinde nede başka bir sitede, "tüven" kelimesinin anlamını bulamadım. Ancak sosyal medyada en yaygın olanı, "tüvleyen" yani "sıçrayan su" anlamına geldiği bilgisiydi. Başka anlamlarda yükleyenler vardı ama banada "sıçrayan su " daha mantıklı geldi. Kimbilir belki bu konuda, okurlarımdan birinin bilgisi vardır da bizimle paylaşır...





DERE İÇİNDE KAHVALTI...
Saat 11:15. İndiğimiz taş merdivenlerden tırmanıyoruz. Kafelerin içinden geçip, şelalenin döküldüğü tepenin biraz ilerisinden derenin içine, dikkatle iniyoruz. Şelalenin dibinde iken, şimdi tamda tepesindeydik. Niyemi buraya indik. Çünkü şimdi kahvaltı zamanı. Bulunduğumuz dere, Kızılkeçili çayı diye geçiyor ve bu noktadan yukarı Hasanboğuldu yönüne doğru, derenin içinde bir çok noktaya, ahşap piknik masaları konulmuş durumda. Bizde boş olanlardan birine oturduk. Hazan hanım, hemen sırt çantasındakileri çıkartıp, masaya koydu. Peynir, zeytin, domates, salatalık, yeşil köy biberi ve arkadaşlarımın tabiriyle "sunta" bisküvilerim. Ayaklarımız akan derenin içinde, tepemizde rahatsız etmeyen güneş ve önümüzde müthiş bir kahvaltı. Çocuklar gibi şendik. Afiyetle ve neşeli bir sohbetle yaptık kahvaltımızı.
Ayaklarımız üşümüştü artık, gitme vakti. Aldık çöplerimizi, kuşandık sırt çantamızı ve derenin içinden, kaygan kayalardan iki hamlede, hoop yukarı yola çıktık...




PASAJ HAVASINDA, KÖY PAZARI...
Zeytinli, Beyoba köyünden gelen yoldayız şimdi. Sola, dere boyunca yukarı doğru, yürümeye başlıyoruz. Sağımızda kalan bir kafe- restoranın önünden geçip, otoparkın içinden yürüyoruz. Ve işte karşımızda köylü pazarı. Biraz daha ilerleyip, dalıyoruz içine pazarın. Orijinal bişey varmı diye. Eh işte! Bir köy pazarında ne varsa, buradada aynısı var. Tamam hadi haksızlık etmeyelim, burada biraz daha fazlası var. Açıkçası buraya pazar demek ne kadar doğru olur, onuda bilmiyorum. Çünkü, üstü branda bezleriyle kapatılmış buranın, bana verdiği hissiyat; haftanın yedi günü faaliyet gösteren, bir pasaj havası.





Yürüyoruz pazarın içinden bakınarak. Ve pazarın hemen bitiminde, neredeyse suya değecek kadar alçak ve ahşap bir köprüden, derenin karşısına geçiyoruz. Burada da çeşitli satıcıların tezgahları var. Hiç takılmadan devam ediyoruz. Yol hafif rampa tırmanışlı, oldukça taşlık ve kayalık. Sekerek ve dikkatli adım atmak durumundayız. Sağımızda kalan derenin kenarındaki piknik masalarında, boş yok. Bugün pazar ve herkes burada. Yaz dönemine göre, çok mu kalabalık. Asla...



Solumuzda, Roma döneminden kaldığı söylenen, kemerleri görüyoruz. Burayı, dönüşte gezmeye ve incelemeye karar veriyoruz...



HASANBOĞULDU GÖLETİ...

"Emine obana gelemem, köyüme dönemem, beni buralarda bırakıp, gitme ! "

Saat 11:55. Geldik Hasanboğuldu göletine. Efsaneden önce adının, Gökbüvet olduğu söyleniyordu. Berrak, gökmavi rengiyle içine alıyordu insanı. Böyle bir renk görmedim diyeceğim ama yalan olacak şimdi. Çünkü son bir yıldır Kazdağlarını adımlayan ben, buna benzer bir çok büvet görmüş ve içinde yüzmüştüm. Ama burası, yanıbaşındaki koca çınarı ile şahaneydi. Adını aldığı efsaneye mekân olmuş, adeta bir ruh, bir yaşanmışlık taşıyordu bünyesinde. Hemen, günahlarımdan arınmak üzere, kendimi bırakıverdim masmavi buz gibi sularının içine...




KAZDAĞLARINDA EFSANELER BİTMEZ...
Buraya gelipte, efsanelere konu olan obalı ve ovalı iki gencin, hazin aşk öyküsüne değinmemek olmaz. Efsaneye göre; Emine, töreleri gereği sırtındaki tuz çuvalını obasına taşıyamadığı için Hasan'ı dağda bırakıp gidiyor. Bir gün sonra pişman olup, Hasan'ı aramaya geliyor. Göletin yanında, Hasan'ın gömleğinin bir parçasını bulan Emine, bir aşağı bir yukarı koşup; "Hasanım! Ses ver de yanına varayım !" diye bağırışlarına karşılık her defasında dağlardan, kayalardan "Emine, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan geleceksin." sesini duyuyordu. 

İşte dağlardan kayalardan Emine'nin duyduğu bu ses, Gökbüvet'te yüzerken benimde hep kulaklarımdaydı...

Hasan Gökbüvet'te boğuldu, Emine Gökbüvet'in başındaki koca çınara astı kendini ...

Bu efsanenin tamamını buradan yazmak, anlatmak mümkün değil. Ama efsanenin tamamını merak edenler için en doğru aktarımı yaptığına inandığım, Edremit'li yazar Sabahattin Ali'den okumalarını tavsiye ederim.

Nedense, Hasanboğuldu efsanesini ilk okuduğumda, beni çok etkilemişti. Bu konuda yapılan bir de film var, onuda izledim ve sevdim...



SUSKUNLUK...
Hasanboğuldu'dan ayrılıyoruz. Nedense, efsaneye konu olan bu yerler, beni çok etkiliyor. Bu tip yerlerin ruhu olduğuna, mistik enerji yoğunluğuna sahip olduklarına inanırım. Aynı duyguları, Eybek Baba dağı ve Sarıkız zirvesi tırmanışlarında da hissetmiştim.
İçimizde tarifi zor garip duygular, ruhsal bir dinginlik ve suskunluk. Eşim yanımda. Konuşmadan bir süre yürüyoruz...




TARİHİ KALINTILAR...
Dönüşte bakarız dediğimiz, tarihi kalıntıların önündeyiz. Bu kalıntılar ile ilgili internette araştırma yapmama rağmen; kalıntıların ne olduğunu, hangi döneme ve uygarlığa ait olduğu ile ilgili herhangi bir resmi bilgiye, ulaşamadım. Kültür ve Turizm Bakanlığının, bu bölge ile ilgili tek bir satırına rastlamadım. Ancak, bir iki blogda ve sosyal medyada, kalıntıların Roma dönemine ait su kemerleri olduğundan, bahsediliyor. Buraya gitmeyi planlayan, meraklı arkadaşlarım isterlerse, önceden araştırma yapabilirler...



DÖNÜYORUZ...
Saat 12,30. Geldiğimiz yoldan, dönüşe geçiyoruz. Dönüşümüzde çok eğlenceli ve hızlı oldu. Saatler 13.20'yi gösterirken, Kızılkeçili köy meydanındaki çay bahçesine geliyoruz. Ben çay içmiyorum ama eşimin, çaya ihtiyacı var. Oturuyoruz çınarlar altında, mini havuzun yanındaki, ahşap masalara. Hazan hanım hararet yaptı heralde. Çayın biri geliyor, biri gidiyor. Yine de iyi dayandı ve biliyorum ki benim için yürüdü. Yazının sonunda ayrıca teşekkür edeceğim ama şimdiden teşekkür ediyorum ona...






KIZILKEÇİLİ KÖYÜNÜ TANIMAYA DEVAM...
Neyse size yazının başında, köyle ilgili kısa bilgiler vermiştim. Şimdi de, bulunduğumuz çay bahçesini anlatayım biraz. Çay bahçesi koca çınarlar ve palmiyelerin gölgesinde oldukça büyük bir yer. Hemen yanında köy konağı ve gözlemeciler, konağın arka tarafında ise cumartesi günleri köy pazarınında kurulduğu, büyükçe bir meydan var. Meydanın çevresinde fırın, berber, kahvehane vb. dükkanlar mevcut. Biz yıllarca geliriz bu çay bahçesine. Bazen çay, kahve içmeye, bazende sabah kahvaltısına. Burada hep huzur buldum, şimdide huzurluyum...


Saat 14.30. Evdeyiz. Toplam 15 km yol yürümüşüz. Balkonda, dumanı üzerinde kahvelerimizi içerken, eşim ve ben yani ikimizde, iyiki de yürümüşüz diyoruz....


DİKKAT!... NASIL GİTMELİ...
Okurlar benim yazımdan etkilenip, Hasanboğuldu ve Sutüven'e Kızılkeçili köyü üzerinden gidebilirler. Ancak bu yolun, piknik alanı ve kafe-restoranların yanına çıkmadığı bilinmelidir. Bu bölgeye araçla gidişler, sıklıkla Zeytinli Beyoba köyü üzerinden yapılmaktadır. Her iki yolunda görseli güzeldir. Tercih size kalıyor...

SON SÖZ;
Bu yürüyüş, eşimle benim baş başa yaptığımız, ilk doğa yürüyüşümüzdü. Onun, benim için kendi limitlerini zorladığı, benim ise tutkularımın peşinde koşarken yanımda hayat arkadaşımın olduğu, anlamlı bir yürüyüştü.
Onun içindir ki bugün bana yol arkadaşlığı yapan sevgili eşime, sonsuz teşekkür ediyorum....

(Murat Turan-Akçay 2018)