İzleyiciler

29 Kasım 2020 Pazar

MADRA'DA BİR KÖY; DUTLUCA (26.11.2020)

 




MADRA'DA BİR KÖY; DUTLUCA  (26.11.2020)


Bugün uzuuun bir süredir hep aklımızda olupta bir türlü gidemediğimiz Dutluca kırsalına gittik nihayet. Ve iyikide gittik... Muhteşem bir doğa, tabiat ananın bize sunduğu eşsiz lezzetler ve nihayetinde  Deliktaş Kaya Sunağı ziyareti... İsterseniz lafı uzatmadan bugün neler görmüş neler yaşamışız, buyrun hep birlikte bir daha gezip yürüyelim...

Aslında bu gezimiz pazartesi için planlamıştı. Ama Suat abinin sevgili eşi Songül hanımın iflah olmaz diş ağrısı nedeniyle, gezimizi bugüne ertelemek zorunda kalmıştık. Tabiki önemli olan sağlık diyoruz. Dağlar, köyler kaçmıyor ya. Bugün olmazsa yarın, yarın olmazsa öbür gün gideriz,  ne olacak ki yani... İşte bizde bu nedenle önce sağlık diyor, etkinliğimizi pazartesi yerine perşembe yani bugüne planlıyoruz...

26.11.2020 Perşembe...
Daha sabah ezanı okunmadan kalkıyorum yatağımdan. Alel acele ayak üstü yulaf ezmeli yoğurt"tan oluşan kahvaltımı kaşıklar kaşıklamaz çıkıyorum hemencecik evden. İstikamet bağ evi... Hayvanlarım; tavuklar, civcivler,  ördekler ve de köpeklerim... Onları doyurmalıyım...


Bağ evindeyim. Hava buz gibi. Benim gelişimle birlikte her kafadan bir ses,  bir yaygaradır kopuyor. Vak vak ta vak vak, cik cik de cik cik, hav hav da hev hev...  Sabah sabah bu bağırış çağırış hayvanlarımın beni sevdiklerinden midir, yoksa ki acıktıklarından mıdır bilinmez ama her sabah aynı senfonik şarkı dillerde birbirimize kavuşuruz öylece...


Önce kuyruklarını bir sağa bir sola yelpaze gibi sallayan köpeklerin çözülmesi, sonra bağırış içindeki civcivlerin serbest bırakılması ile en sonda tavukların yem ve sularının verilmesi her sabahın değişmez ritüelidir bizim için...

GİTME VAKTİ...
Bağ evinde görev tamam. Artık gitmeye hazırım. Atlıyorum hemen arabama ve yollanıyorum Burhaniye'ye doğru. Göz açıp kapayıncaya kadar arkadaşlarımla buluşacağımız yere geliyorum.  Geldiğimde hiç kimseyi göremiyorum  ama bu uzun sürmüyor. Bir kaç dakika içinde, yol arkadaşlarım Suat ve Timur bey de geliyor.  Selamlaşıp, hoş beş ediyoruz ayak üstü biraz. Ve sonra aracımıza binip koyuluyoruz Dutluca yoluna...


Saat 10;20. Dutluca'dayız. Arabamı köy okulunun önündeki çınar ve çam ağaçlarının altına parkediyorum...


Bizimkiler büyük bir heyecanla araçtan inip hemen başlıyorlar giyinip kuşanmaya. Ve sırt çantalarımızı sırtımıza atar atmaz düşüyoruz karşımızdan yukarılara doğru uzanan, sonbahar renkleri ile bezenmiş toprak yola. Hava açık mı açık. Güneşin ışıltısı üzerimizde. Ama sıcaklığından eser yok. Aksine esen yelin soğukluğu içimize işliyor. 


HEY ABİLER...
Her şeye rağmen bizimkilerin neşesi yerinde.
Daha yürüyüşe başlar başlamaz birbirleri ile öyle bir koyu sohbete girişiyorlar ki adeta kendilerini kaybedercesine koşar adım yürümeye başlıyorlar. Bense fotoğraf derdinde. Sesleniyorum arkalarından "Hey!  abiler, biraz yavaş. Aceleye gerek yok. Önce bi fotoğraf alalım." diyorum.  Ve önce onların  fotoğraflarını çekiyorum. 


Sonra bir öz çekimle kendimi de katıveriyorum onların içine...


MİMARİSİ HOŞUMUZA GİDİYOR ...

Mutluyuz. Suat abi daha şimdiden bu parkuru çok sevdiğini söyleyip duruyor. Yürüyoruz neşe içinde. Karşımıza estetik mimarisi ile güzel bir çeşme çıkıyor. Hava soğuk ama yinede yaptırana saygıdan, bir kaç yudum olsun suyundan içiyoruz.  Çeşmenin mimarisi ne kadar güzelse de suyunun biraz sertçe ve pek lezzetsiz olduğunu söylemeliyim....


ORDA BİR KÖY VAR UZAKLARDA...

Ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla, bizi hiçte yormayan tatlı bir tırmanışla yürüyoruz. Ve bir dönemeçte bizi karşılayan manzara karşısında zınk diye duruyoruz. Arabamızı park edip yürüyüşe başladığımız köy, şimdi olanca güzelliği ile gözlerimizin önünde. Tee arkalarda başı dumanlı Kazdağları ve eteklerinde ise Edremit. Bakakalıyoruz bir süre öylece...


DAĞ ÇİLEĞİ...

Devam ediyoruz yolumuza. Gerçekten şahane bir orman yolunda yürüyoruz. Kızılçamlar, Fıstık çamları vee dağ çileği yani namı diğer  Kocayemiş ağaçları...



Tabi dururmuyuz hiç. Hemencecik dalıveriyoruz dağ çileklerinin içine. Yedikçe yiyoruz ama bir taraftanda motoru bozarmıyız diye, endişe etmiyor da değiliz hani. Ama öyle lezzetliler ki insan durduramıyor kendini. Hem sonra yol boyunca o kadar çok dağ çileği ağacı var ki biz bıraksak ta o bizi bırakmıyor. Biz tamam diyoruz, yemeyi kesip yolumuza revan oluyoruz ama daha on adım dahi atamadan, iri ve kan kırmızısı renkleri ile bir başka dağ çileği ağacı içine alıveriyor, hemen bizi...





Neyse ki sağımızda bizi bizden alan şahane bir manzara ile kendimize geliyoruzda, bizi esir eden dağ çileğini unutuyoruz biran.

Masmavi denizin ardında boylu boyunca uzanan Kazdağları ve berisinde dümdüz ovada sere serpe şehr-i Burhaniye ve köyleri...
Manzaranın karşısında bir süre öylece durup bakıyoruz içimizi dolduran bir sevinç dalgası ile.  Doğanın bize sunduğu lezzetler vede üstüne bu muhteşem manzara tabiki mutlu ediyor bizi. Timur bey Burhaniye'de oturması hasebiyle bu bölgeyi iyi tanıyor. Ve başlıyor anlatmaya şurası şu köy, burası bu köy diye...


Başlıyoruz yeniden tırmanırcasına yürümeye. Hava güneşli ama yükseldikçe buz gibi esen rüzgar vücudumuzu yalayıp geçiyor. Giysen terlersin, çıkartsan donarsın. İşte tamda böyle bir havada yürüyoruz.



İTFAİYE HORTUMU GİBİ...

Yorgunluktan değil alışkanlıktan olsa gerek önümüze çıkan bi çeşme başında duruyoruz gayri ihtiyari. Ve ben suyumu tazelemek için mataramı olduğu gibi boşaltıp, çeşmeden yeniden dolduruyor ve dikiyorum başıma. Öğğğ... Suyu daha yutmadan bir itfaiye hortumu gibi püskürtüveriyorum yere doğru... Tüüü... Bu ne acı, sert ve buruk sudur böyle. Ağır bir metal tadı dilimde çaresiz yolumuza revan oluyoruz yeniden...


Bugün bu yolu anlatmak ve de bu yolda ilerlemek imkansız. Çünkü her kıvrımda şahane manzaralar bizi olduğumuz yere çakıp, içine hapsediyor... Her birinde fotoğraf çekilmeler, uzaktan uzağa seyreyleme ve görünen güzellikleri dile getirme konuşmaları, şu şurası bu burası derken zaman su gibi akıp geçiyor... Bakın şimdi tam zirvedeyiz. Ve tüm Edremit körfezi Pelitköy'den tutunda Akçay, Güre ve taa denizin karşı kıyısında ki Altınoluk ve Küçükkuyu olduğu gibi manzara tablomuzun tam içinde yer alıyor. Tabi bizimkiler yine el kol hareketleri ile biribirlerine yerleşim yerlerin gösterip duruyorlar...



Bakın şu Timur beyin taarruz emri verecekmiş komutan edasıyla ayakları altında uzanan manzaraya bakışına. Ama haksızda sayılmaz. İnsanın dili tutulur böyle muhteşem bir manzara karşısında...




İki tarafı genç kızılçamlarla kaplı, tünelvari bu yolda şahane mesela. Ha birde yolumuz boyunca dağ çileği ağaçlarının bizi hiç terketmediğini de söylemeliyim sizlere. Düşünün artık nasıl yürüyoruz...



Çıkıyoruz ağaçların içinden ve öylece köye doğru uzanan, rüzgarlı bir yolda buluyoruz kendimizi. Ama biz bir yerlerde durmak ve en azından sıcak bir çay molası vermek istiyoruz. Ve yürürken sağımızdaki yarın aşağısında, kızılçamlar altında bir çeşme görüyoruz... Çukurda kaldığı için muhtemelen rüzgar altı olmadığını da düşünerek, aramızda yaptığımız kısa bir durum değerlendirmesi sonucunda, başlıyoruz oldukça dik olan yamactan inmeye...



Ve çok sürmüyor, kendimizi çeşmenin yanıbaşında buluyoruz.  Suyu sızıntı şeklinde akan çeşmenin suyundan bir yudum alıp, tadına bakıyorum hemencecik. Eh! çok lezzetli bir tadı olmasa da çayı içilebilirdi.



ALTIN GÜNÜ...

Saatler 13;00'ı gösterirken yakıyoruz ateşi ve koyuyoruz çay suyunu. Çeşmenin üzerini masa gibi donatıyoruz getirdiğimiz yiyeceklerle. Neler var desem vallahi şaşkınlıktan ağzınız açık kalır. Yürüyüştemiyiz yoksa ki altın gününde mi ben bile şaşa kalıyorum... Dolmalar, sarmalar, pilakiler ve daha neler neler...



Her neyse keyifler yerinde, hem yiyor hemde en koyusundan şahane bir sohbete dalıyoruz. Bir demlik özel bitki karışımı çayımızı, son damlasına kadar bitiriyoruz ama sohbetler bitmiyor.  Öyleki zaman nasıl geçiyor farkına bile varmıyoruz...



Ama artık gitmeliyiz. Hızlıca toplanıp, ateşimizi söndürdükten sonra tekrar düşüyoruz yollara...




Bakın buranında manzarası şahane. Şu
Madra'dan Kazdağlarına kadar uzanan fotoğrafa bir bakarmısınız.  Eğer dikkatli baktıysanız bu fotoğrafa ne demek istediğimi de mutlaka anlamış olmalısınız. Haksızmıyım ha!  Ne dersiniz...




YOĞURDU ÜFLEYEREK YEMEK...

Köye çok az bir yolumuz kala üst üste çeşmelerle karşılaşıyoruz. Her biri şahsına münhasır yapıya sahip. Ağzı sütten yanan yoğurdu üfleyerek yermiş. Bende aynen bu parkurda çeşmelerin yanına dahi uğramıyorum artık. Ama yol arkadaşlarım, çeşme sularının lezzet kontrolünü yapmadan geçmek istemiyorlar. Ve çınarlar altında bir çeşme başına gelince, Suat abi mutlaka burada kamp yapmalıyız diyor. Hakikatende yer güzel ama çeşme sularının kalitesi ve daima esen rüzgarın varlığı beni son derece rahatsız ettğini söylemeliyim...



Çok sürmüyor parke taşlı yoldan geliyoruz köye. Ama hemen içine dalmıyoruz öylesine.



Sağdan bir yamaç boyunca uzayan bir keçi yolundayız artık. Köy hemen sol yanımızda aşağılarda kalıyor. Biz ise yamaç boyunca biraz daha ilerleyip kısa bir yay çizerek bodoslama aşağı Deliktaş'a doğru inişe geçiyoruz.



Ve iki elinde iki atı ile bize doğru gelen bir adamla karşılaşıyoruz. Selamlaşıyor, konuşuyoruz biraz ayak üstü.  Atlarını bir su yalağında sulamaya götürüyormuş. Biz yol iz sorunca da; şu yol burdan geliyormuşta bu yol da şuraya gidiyormuş. vs. vs. Kolaylıklar dileyip ayrılıyoruz oradan. Sonra hemen neredeyse kavuşmamıza metreler kalan Deliktaş'a doğru yöneliyoruz...



KAYA SUNAĞI; DELİKTAŞ...

Ve işte Deliktaş'tayız...  Aslında doğrusunu söylemek gerekirse bir "kaya sunak'tayız. Gerçekten çok ilginç bir yer. İlk işimiz fotoğraf çekmek oluyor tabiki.



Sonra tırmanıyoruz kayaların üstüne doğru. Bakınıyoruz sağa sola. Buradan da manzara şahane.



Ha bu arada tam bu kayalığın yanıbaşında,
belediye tarafından işletilen bir kafeterya olduğunu da söylemeliyim sanırım. Şimdilik kapalı. Muhtemelen pandemi nedeniyle...


KAYA SUNAĞI'DA NE OLAKİ...

Şimdi isterseniz kaya sunaklarından bahsedeyim biraz sizlere...

"Temsil ettiği düşünüş tarzı ile doğayla bütünleşmeyi gerektiren bu sunaklardaki ayinler, evrenin yapısını sembolize etmekteydi. Bu doğa kültünde Kaya Sunakları Eril Doğa Gücünü, yakınlarında bulunan mağaralar ise Dişil Doğa Gücünü sembolize ediyor.  Kaya Sunakları tanrılaştırılmış doğa ve bereket inancının en güzel örnekleridir.  Madra dağında bulunan üç kaya sunağından biriside, işte şu anda bulunduğumuz yer, Dutluca Deliktaş'tır...  Madra'da diğer kaya sunakları nerede derseniz ikincisi Bahadınlı Köyü'nde Dedekaya, üçüncüsü ise Hisarköy'deki Hisar Altarı sunaklarıdır... Benden söylemesi. Gidip görmek, yüz yıllar öncesinde bu topraklarda yaşamış atalarımızın ruhunu hissetmek isterseniz buyrun gelin bu taraflara...



Evet harika bir doğa yürüyüşü sonrasında "kaya sunağı" ziyareti ile şahane bir final yapıyoruz.  Hepimiz mutlu ayrılıyoruz Deliktaş'tan. Ve dalıyoruz köyün ara sokaklarına. Bu köy gerçekten hem konum hemde evleri açısından son derece güzel bir köy. Sokakları tertemiz, evleri güzel.



Ve her şeyden önemlisi köyün küçücük meydanına ahde vefa deyip atalarının,  Atatürk'ün bir büstünü koymuşlar...  Daha ne olsun...
  Daha çok sevdim bu köyü...

Saat 16;00.  Ve nihayet arabamızı bıraktığımız köy okulunun önündeyiz...  Rüya gibi bir günün sersemliği üzerimizde, aracımıza binip, hoş sohbet içinde düşüyoruz yola.  Göz açıp kapayıncaya dek geliyoruz Burhaniye'ye hemencecik. Ve burada iyi temennilerle vedalaşıp, ayrılıyoruz birbirimizden...


SON SÖZ...

Bazen düşünüyorum da bu hayatta insanların bir kısmı, hemen burnunun dibindeki bir çok güzelliğin farkına bile varmadan, ömrünü öylesine yaşayıp gidiyor.  Bir kısmı ise yaşadığı yerdeki değerleri görmemezden gelip, gözünü hep teee uzak diyarlara dikiyor. Halbuki şöyle dönüp bi bakıversek, sağımıza solumuza kimbilir bizi mest eden ne güzellikler, ne cevherler göreceğiz, arkadaş...

Ha sanmayın ki bizlerde farklıyız. Baksanıza tam üç yıldır bu bölgede yaşıyorum da daha henüz bugün gidebiliyorum Deliktaş'a.  Buda bizim ayıbımız olsun, ne diyelim. Ama dostlarım, inanın o kadar gidecek yer varki. Hangi birine nasıl ve ne zaman gideceğimizi şaşırdık. Hele bir de şu pandemi ortamında...

Neyse saadede gelelim ve son söz olarak şunu diyelim ki öncelikle kendi çevremizi gezip, tanımalı ve özümsemeliyiz...

Ve kesinlikle şunuda söylemeliyim ki bugün çook mutlu bir gün geçirdim. Gün nasıl başladı nasıl bitti hiç anlamadım. Tam 12,5 km yol yürüdük ama ne gariptir ki hiç birimizde yorgunluktan eser yok. Aksine enerji ve neşe ile yüklenmiş bir ruh hali içinde  dönüyoruz evlerimize...

İşte tam da bunun için bana yol arkadaşlığı yapan Suat ve Timur beylere çook teşekkür ediyorum...

( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )
                               
Murat Turan - 2020