İzleyiciler

27 Ocak 2021 Çarşamba

EYBEK ZİRVE (21.01.2021)

 


EYBEK ZİRVE (21.01.2021)


Kaç gündür, bu yazıyı yazıp yazmamakta git geller yaşıyorum.  Aslında bu yazı blogumun 100'ncü yazısı olacaktı. Ama yazılanı kimse okumadıktan sonra, bu yazının blogun kaçıncı yazısı olmasının ne önemi vardı ki... Ama belki de her şeye rağmen yazmalıydım. Hayata ve "ona" dair bütün heveslerim bir kuşun kanadında uçup gitsede, en azından Eybek Baba'nın hatırına yazmalıydım...

Peki, hadi o zaman; isterseniz bu geziyi nasıl planlamış ve kimlerle gitmişiz, oradan başlayalım...

Aslında Eybek Zirve tırmanışımız günler, hatta haftalar öncesinden planlıydı. Biliyorsunuz artık, İda Dağcılıktan çekirdek bir grup arkadaşımla her hafta bir zirve tırmanışı yapıyoruz. Ve bu hafta cuma günü de sıra Eybek'te idi. Ama bir kaç arkadaşımızın olağan üstü özel bir durumu nedeniyle, bu faaliyetimizi bir sonraki haftaya ertelemek zorunda kalıyoruz.... Ama şansa bakın ki tamda bu saatlerde Altınoluk'tan bir kardeşimiz arıyor beni. "Abi yarın dağlara çıkalım mı!" diye... Ve yine şu kadere bakın ki neredeyse aynı dakikalarda Çamcı köyünden bir başka arkadaşım; "Abi yarın bizi Eybek'e götürürmüsün" diye telefon açmasın mı... Pes vallahi... Artık benim için yarın Eybek Baba'ya gitmek, şart oluyor anlayacağınız...

21.01.2021 Perşembe...
Sabahın karanlığı üzerimizde iken, Altınoluk'tan gelen Sertan'ı Akçay otogarının önünden alır almaz, doğruca köyümün yollarına düşüyoruz.


Köpeklerim nasıl da özlemişler beni. Sarmaş dolaş oluyoruz sabah sabah. Şartsız koşulsuz, en safından bir kucaklaşma,  bizimkisi...  Mutluyum...

Hayvanların yemi suyu tamam. Artık gönül rahatlığı ile gidebiliriz dağlara. Düşüyoruz Sertan'la birlikte yeniden yollara. Çok sürmüyor yolumuzun üzerinden, Çamcı ve Hacıarslanlar'dan iki arkadaşımızı daha alıp, devam ediyoruz. Ve çok sürmeden Kumluca'ya geliveriyoruz...


Hiç oyalanmadan araban iner inmez, sırt çantalarımız sırtımızda, vuruyoruz kendimizi kızılçamların içine... Hepimizde bir heyecan ve mutluluk. Neredeyse uçarcasına adımlarını atıyor herkes. Ama benim fotoğraf çekmelerim yok mu. İşte ileriye atılan herkesi, durduruyorum biranda. Ve bir öz çekimle başlıyoruz yürüyüşümüze...


Çok sürmüyor kar ve yağmurla coşan çağlayanlar karşılıyor bizi.  Her birini geçmişten çok iyi tanır ve bilirim. Yani eskidendir, bu ak köpüklülerle bizim tanışıklığımız. Onun içindir onların beni, benim de onları görünce sevinmelerimiz...



Yürüyoruz beyaza bürünmüş yollarda, tatlı bir tırmanışla. Ve ilk çağlayandan sonraki yolun ilk kıvrımını döner dönmez Yalama Kayalığının o eşsiz güzelliği ile karşılaşıyoruz. İçimizdeki kıpırtılı heyecan, arttıkça artıyor. Galiba bir çok zirveye giden yol olması nedeniyle Kumluca'dan gelip, dağlara uzanan bu yolu seviyorum...


İlerliyoruz doğayı içimize çekerek, kıvrımlı karlı yollarda. Ve işte yine bir dönemecin ucundayız. Bu defa Yalama tam arkamızda kalıyor. Eh haliyle bizde ilerleyemiyoruz tabi ki.   Sık sık durup, onu seyre dalıyoruz öylece. Hepimiz büyülenmiş gibiyiz. Arkadaşım şu dağın mağrur duruşuna bir bakarmısınız hele.  Ne kadar asil bir güzelliğe sahip. Sizce de öyle değil mi...




Yok yok. Bugün bu yollar bitmez. Baksanıza bir taraftan çağlayanlar, diğer taraftan beyaza bürünmüş karlı tepesi ile Yalama Kayalığı  aklımızı başımızdan alıyor adeta...



Güç bela ilerliyoruz karlı yollardan ziyade, dağların buz tutmuş sularının güzellikleri karşısında...  Ve birde insan izlerine karışmış, hayvan izlerini ayırt etmeye çalışarak...


Ve nihayet geliyoruz, Eybek dağının patikalarına vuracağımız çeşmenin yanına... Hiç oyalanmıyoruz burada. Sadece bir su içimi kadar nefeslenir nefeslenmez başlıyoruz karlı yamacı tırmanmaya...


Yol iz yok derken, birden yukarılara doğru giden ayak izleri görüyoruz. Anlaşılan bizden önce başka birilerinin de Eybek Baba'yı ziyaret edesi tutmuş.  Neyse ki şu an yapayanlız sadece dört kişiyiz. Ha bu arada, buraları ben avucumun içi gibi bilirim diyorum da en önden güya yol gösteriyorum ya. Aslında yanımda yürüyen arkadaşlarımdan birisinin, çocukluk yıllarını Eybek'te geçirdiğini, söylemeliyim sizlere. Yani bu dağdaki her taş, her kaya ve de ağaçlar çocukluğunun oyun parkıydı, Güvenç'in... Onun içindir ki arkadaşımızın anlatımları ile geçmiş zamanda, yanından öylesine vurup geçtiğimiz her ağaç ve kayalık bir anlam kazanıyor şimdi...



ÇOCUKLU MEŞE...
İşte tamda şu karşımıza çıkan bizim için sıradan bir meşe ağacını görür görmez, yüzünde beliren sevinçli bir tebessümle "Aha,  Çocuklu Meşe'ye geldik!" dediğinde olduğu gibi...
Nedir diyecek oluyoruz, bu Çocuklu Meşe'nin hikayesi. Ama daha biz bişey söylemeden, o başlıyor anlatmaya. "Bir zamanlar köylerinde yaşayan birisinin çocuğu daha bebek yaşlarda ölünce, buna çok üzülen babanın Eybek'in bu ıssız ormanlarına gelip, genç bir meşe ağacına bıçağı ile bir çocuk figürü kazımış. Ve sık sık buraya gelip ağlar, üzülürmüş. Tabi ki bu köyde kulaktan kulağa yayılmış.  Ve zaman içinde yolu düşüpte, buradan gelip gelip geçen köylüler, gördükleri bu ağaca Çocuklu Meşe demeye başlamışlar. İşte o gün bugündür,  bunca zaman geçmesine ve şimdilerde ağacın üzerindeki çocuk figürünün neredeyse belli belirsiz olmasına rağmen,  bu ağacın ismi hala Çocuklu Meşe olarak anılmaktadır..."






Çocuklu Meşe'den sonra da  sürekli  zik zaklar çizerek karlı patikalarda tek sıra halinde yürüyoruz, yavaş yavaş.  Kimi  zaman yukarılardan aşağı doğru akıp gelen küçücük pınarların üzerinden,  kimi zaman dev meşe ağaçlarının dibinde domuzların derince kazdığı yiyecek arama çukurlarının yanıbaşından ve kimi zaman ise şahane görünüşleri ile göknar ağaçlarının arasından-içinden trans halinde kendimizden geçmişcesine yürüyoruz, zirveye doğru...



İnanılmaz fantastik bir ortamdayız. Fotoğraf çekmekten yürüyemiyoruz artık.  Göknarların hepisi birden beyaz dantel gelinliklerini giymiş iken,  çırıl çıplak dalları buza kesmiş meşeler ise ilk okul yıllarında ki resim defterimizdeki dallarına pamuk yapıştırdığımız ağaçlar gibi karşılıyordu bizi...



Yükseldikçe ağaçlar dahada seyrekleşiyor, hava birden bire soğuyordu. Zirveye yaklaştıkça artık yağan karın buza dönüşmesi altında ezilen ve bükülen ve neredeyse yere değen dalları ile bir mağara oluşumu haline gelen ağaçlar görüyorduk.  Bütün bu gördüklerimiz dağın bu yüksekliklerde ne kadar soğuk olduğunun kanıtı olsa gerek...
Hattı zatında şu anda yaprak bile kıpırdamıyordu. Yani çok keyifli ve şanslı bir zirve yürüyüşü oluyordu bizim için.




ARTIK ZİRVEDEYİZ...
Asamın ucu sisle kaplı belli belirsiz Edremit körfezini gösterirken, çıkıyorum kayaların arasından zirveye... Gps'e bakıyorum, rakım 1290'nı gösteriyor. Ve sonra ilk işim saçlarına ak düşmüş Eybek Baba'nın yanıbaşına oturmak oluyor. Artık onunla bu şekilde fotoğraf çekilmek, adet oldu bizde...
Aslında oturupta yanıbaşına, saatlerce suskun puskun öylece kalakalsam diyorum. Huzur buluyorum burada.  Ama ne mümkün. Gitmeliyiz... İnmeli ve yeniden karışmalıyız tüm yanlızlığımızla şehirdeki kalabalığa...
Ha bu arada, Eybek Baba'nın hikayesini de anlatmayacağım, bu sefer sizlere. Çünkü  biliyorsunuz daha önceleri bu hikayeyi çook anlattım sizlere...



Her neyse. Son zamanlarda durmadan zihnimde dönüp duran, sözleri Yusuf Hayaloğlu'na ait şarkı dudaklarımda, başlıyoruz geldiğimiz patikadan inmeye...

u dağlarda kar olsaydım olsaydım
Bir asi rüzgâr olsaydım olsaydım
Arar bulur muydun beni beni
Sahipsiz mezar olsaydım olsaydım
Arar bulur muydun beni beni"





İnerken de yine dallarını yerlere kadar yatırarak iglo mağara haline dönüşmüş ağaçların,  taaa uzakların, aşağıların eşsiz manzaralarını seyrede seyreyleye, kâh yolumuzun üzerine boylu boyunca yatan ağaçların üzerinden, kâh üzerimizde kemer köprü oluşturan ağaçların altından güle oynaya, pür neşe içinde göz açıp kapayıncaya kadar iniveriyoruz aşağıya. Niyetimiz çeşmenin yanıbaşında ateş yakıp sıcak bişeyler içmek.


Ama görünen o ki çeşme başı çoktan işgal edilmiş bile. Selam verip hemen sokuluyoruz yanlarına. Tabi ki maskeli ve bir yabani gibi sosyal mesafemizi koruyarak. Ah şu korona yok mu,  şu korona. İnsanlara selam vermekten korkar olduk, arkadaş. Neyse uzaktan da olsa kim kimdir, necidir tanışıyoruz.  Onlarda bizim gibi doğa gezginleri imiş ve meğerse bizden biraz önce de onlar zirvedelermiş. Hatta bir kaçı ile meslektaş çıkıyor, gıyaben birbirimizi tanıyormuşuz bile...


Neyse hoş beş derken, bir taraftan ıslak odunlarla ateşi canlandırmaya çalışan adamı görünce, çantamda taşıdığım bir tutam kuru odunu çıkarıp, öylece ateşe atıyorum. Ve sonra da harlanan ateşe, mataram ile bir çay suyu koyuveriyorum...


Ve çok sürmüyor, ayak üstü çayımızla birlikte atıştırmalıklarımızı yer yemez, yeni tanıştığımız arkadaşlarla vedalaşıp, düşüyoruz tekrar yolumuza...




Dönüş yolumuzda bize muhteşem manzaralar sunuyor. Gerçi sabah geldiğimiz yoldan dönüyoruz ama bakış açımız tamamen akşamın kızılı ile süslenen körfez olunca, manzaralarda şahaneleşiyor...



Yine karlı yollarda, yine çağlayanların yanıbaşında yürüyoruz.  Yalama Kayalığı ile yine yolun her kıvrımında göz göze geliyor ve bazen dayanamayıp olduğumuz yerde sırtımızı ona vererek, hatıra fotoğrafları çekiliyoruz.


İndikçe aşağılara doğru karlı yollar bitiyor, toprak yollar başlıyor... Vee çok sürmeden saatler 17;30'u gösterirken, arabamızı bıraktığımız Kumluca'ya geliveriyoruz...

Geride tam 21.7 km yol bırakmışız... Mutluyuz ve yorgun değiliz. En azından ben değilim. Biniyoruz aracımıza ve Hacıarslanlar köyüne geliyoruz. Güvenç'i burada bırakacağız ama o bizi bırakmıyor. Onlar ateş suyu ile ısınırken, ben ise buz gibisinden bir maden suyu ile atıyorum vücudumun hararetini... Ve sonra sırası ile Cengiz'i Çamcı köyünde, Sertan'ı ise Akçay'da bırakıp tutturuyorum evimin yolunu...


SON SÖZ...
Eybek babam benim. Sana kaç kez geldim bilmiyorum ama ne zaman gelsem sana, bana hep huzur verdin, mutlu ettin beni...  Hele bu sefer ki bir başka huzurlu idi. Biliyorsun haftaya yine sendeyim.  Ama sözüm söz olsun ki bir başka sefere sana yanlız gelip, saatlerce oturacağım yanıbaşında... Kim bilir belki konuşuruz gelmişten geçmişten, sevdiklerimizden...

Ve müsaadenle şimdi yol arkadaşlarıma teşekkür zamanı. Evet bugünü benimle paylaşan yol arkadaşlarım Cengiz, Güvenç ve Sertan'a çook teşekkür ediyorum...

Not; Bu yazıda kullanılan toplam 40 adet fotoğraftan 1,2,6,11, 23,25, 30,38 ve 40'ncı  fotoğrafların çekimleri Sertan Akyol'a ait olup, diğer çekimlerin tamamı bana aittir...


( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )
                               
Murat Turan - 2021














16 Ocak 2021 Cumartesi

KAZDAĞI BUĞDEYLİ ZİRVE (15.01.2021)

 


KAZDAĞI BUĞDEYLİ ZİRVE (15.01.2021)


Nicedir gezer dolaşırım Kazdağlarını. Ne zaman ve neresine gidersem gideyim, onun eşsiz güzelliği karşısında dilim tutulur hep. Ve ne zaman kavuşsam ona, her defasında mutluluktan içim içime sığmaz, kanatlanır uçarım adeta... Sevdalıyım ben bu dağlara, arkadaş... Kuş cıvıltılı ormanına, buz kesen doruklarına, sevda yüklü bulutlarına, ağacına kuşuna, taşına kayasına velhasıl bil cümle herşeyine vurgunum arkadaş...

Zirveleri sıraya koyduk bu günlerde. Dere tepe geziyoruz Kazdağlarını. Ve bu hafta sıra Buğdey'lide... 


ONLAR BENSİZ, BEN ONLARSIZ...
Her zaman ki gibi sabahın kör karanlığında uyanıp, düşüyorum köyümün yollarına. Biliyorsunuz artık köyümü ve köyde yolumu gözleyenleri...

Bir yılı geçti köpeklerimle olan beraberliğim. Daha dün gibi hatırlıyorum Hera'yı. Neredeyse avucumun içine sığacak kadar, küçücük bir bebekken gelmişti bize. Şimdi bi görseniz, nasılda kocaman oldu. Aradan geçen bunca zaman, nasılda bağlandık birbirimize bir bilseniz. Artık onlar bensiz, ben onlarsız yapamam... Eyvah, konu yine uzadı. Ama ne yapayım arkadaş, söz konusu hayvanlarım olunca, onları anlatmayı çok seviyorum, galiba... Peki kısa kesiyorum. Köye gelir gelmez önce köpeklerimi zincirlerinden çözüp, salıyorum bahçeye oynasınlar diye. Sonra tavuk ve ördeklerle birlikte tüm hayvanların, yem ve sularını veriyorum. Çok değil, yaklaşık bir saatin sonunda artık ayrılma vakti deyip, hayvanlarımla vedalaşıyorum... 


Artık Edremit yolundayım. Ve çok sürmüyor, meydandan Sertan'ı alıp hiç duraksamadan,  yürüyüşe başlayacağımız Yaşyer köyüne doğru yollanıyoruz. Diğer arkadaşlarımızla burada buluşacağız...


Saat 09;10. Yaşyer köyüne vardığımızda,  Balıkesir'den yola çıkan üç arkadaşımızın çoktan gelip bizi beklediklerini görüyoruz. İniyoruz aracımızdan ve pandemi kurallarına uygun olarak, uzaktan uzağa selamlaşıyoruz birbirimizle. Ve biz daha hal hatır edemeden, diğer iki arkadaşımızda çıkageliyor. Artık yedi arkadaş tamamız... 



Hiç oyalanmıyoruz. Tozluklarımızı takıp, sırt çantalarımızı kuşanır kuşanmaz batonlar elimizde, köyün ara sokaklarından, vuruyoruz kızılçam ormanlarının içine... Yolumuz her zaman ki gibi rampa yukarı. Yürüyoruz neşe içinde. 


Yükseldikçe kızıl çam pürçekleri kar serpintisi ile beyaza boyanıyor yavaş yavaş. Seviniyoruz tabi ki bu belli belirsiz beyazlık karşısında. Daha önceleri söylemiştim sizlere. Kazdağlarında dik tırmanış veya inişler mutlaka bir yol ile kesişir diye. 


İşte köyden bodoslama vurulan rampadan yine bir yola çıkıyoruz bizde. Duruyoruz burada biraz. Sabahın serinliği ile kat kat giydiğimiz elbiselerin bir kısmını, çıkarıyoruz burada. Sürekli tırmanış için gösterilen efor, vücut ısımızı oldukça artırıyor. Terlememeliyiz buralarda. Şimdi birazdan yine yoldan çıkıp, vuracağız yamaç yukarı. 



Kızılçamlar içinde yürüyoruz. Ama her yer taş kaya. Düşmemek için en uygun neresi ise oraya adımlarımızı atıyor, kıvrıla kıvrıla yavaş yavaş tırmanıyoruz. Tırmandıkça orman artık tamamen beyaza bürünüyor. 



Artık tüm ağaçların dalı yaprağı, beyaza, buza kesmiş durumda... Kızıl yapraklı dalları karların ağırlığı altında boyunlarını bükmüş meşe ağaçlarının altından, dev gibi kızılçamların yanıbaşından geçip bir yola çıkıyoruz yeniden. 


Ama biliyorsunuz artık düz yollarda yürümeyeceğimizi. Yine bodoslama dalıyoruz dağın göğe doğru yükselen yamacına. 



Artık kar sadece ağaçların dallarında değil, buza dönüp gövdesinide sarıp sarmalıyor bembeyaz rengiyle... 


Siz ne dersiniz bu duruma bilmem ama her bir ağaç bana telli duvaklı bir gelin gibi görünüyor. Şu beyaz renk ne asil bir renktir kardeşim. Yalansız riyasız doğruyu ayna gibi yansıtır, çevresine. Kiri pisi, akı karayı hemen ifşa eder cümle aleme... Onun içindir ki  renklerin en safı, en masumudur kar beyazı... 


Tırmanıyoruz durmadan. Aman sakın ola ki şikayet ettiğimi sanmayın bu durumdan. Aksine tırmandıkça yüreğimdeki sevinç katbe kat artıyor. Hele birde dönüp arkama taa aşağılara, bulutların üzerinden bakınca  değmeyin keyfime.... 



Nasıl bir fantastik ortamda yürüyoruz anlatamam sizlere. Neredeyse her adımda farklı bir ormana geçiş yapıyoruz. Bakın az önce meşe ağaçlarının içindeydik. Şimdi ise upuzun karaçamların içindeyiz. 


Neredeyse 900 metre yükseklikteyiz. Ve şu yürüdüğümüz yolun güzelliğine bir bakarmısınız. Nasılda mutluyuz bir bilseniz.   Sanki cennetteyiz. Biliyorum kiminiz abarttığımı düşünüyor olabilir ve hatta kimileriniz  "kardeşim bildiğin dağ başı ne cennetinden bahsediyorsun" diyenlerinizde olabilir. Belkide haklısınız. Buralar gerçekten de kuş uçmaz kervan geçmez yerler. Ama neylersin, ben ve arkadaşlarım iflah olmaz birer dağ kaçkınlarıyız. Dağların aşığı, dağların sevdalısıyız, arkadaş...

Taa o zamanlar bile Sabahattin Ali ne güzel anlatmış, dizelerinde bizleri. Bir kulak verin hele...

"Başım dağ saçlarım kardır,
Deli rüzgarlarım vardır,
Ovalar bana çok dardır,
Benim meskenim dağlardır.

Şehirler bana bir tuzak,
İnsan sohbetleri yasak,
Uzak olun benden, uzak,
Benim meskenim dağlardır.

Kalbime benzer taşları,
Heybetli öter kuşları,
Göğe yakındır başları;
Benim meskenim dağlardır."



Eveet! İşte böyle dostlar.  İsterseniz kaldığımız yerden yolumuza devam edelim artık...


Yürüyoruz karlar içinde. Pardon tırmanıyoruz. Zaten hiç yürümedik ki bugün. Batonlar elimizde belimiz iki kat, hep bir tırmanış içindeyiz. 


Yükseldikçe tepeden tırnağa, buzdan kristal heykelciklere dönüşen ağaçlar karşılıyor bizleri. Bütün bu güzelliğe karşın durmadan yavaş yavaş tırmanışa devam ediyoruz. 


Ve bir süre sonra çıkıyoruz ağaçların içinden, çıplak bir kayalığa... Duruyoruz burada bir süre öylece. Şöyle dönüp bir bakıyoruz gökten yeryüzüne doğru. Hava hafif sisli ve bulutlu olmasına rağmen gözlerimizin gördüğü muhteşem manzara ile mest oluyoruz adeta. Ayaklarımın altından boylu boyunca uzanıp giden tepelerin sonunda, gri bulutlara karışan mavi denizi seyreyliyorum önce. Sonra sağa çeviriyorum başımı. 


Ve daha geçen hafta misafiri olduğumuz Sivri Zirve ile göz göze geliyorum. Nasıl da bağrına basmıştı bizi. O gün yeşiliyle bizi büyüleyen o güzel tepe, şimdi beyaza bürünmüş bu haliyle nasılda muhteşem ve mağrur duruyor öylece...

Ben bu dağları seviyorum arkadaş. Ve diyorum ki;

"Bir gün ölürsem eğer
Bir dağ başına koysunlar bedenimi.
Belki yolun düşerse diye
Bir de çınar olursa tepemde
İşte o zaman usanmaz,
Mahşere kadar yatar
beklerim seni,  burada...M.T"



Zirvenin kayalık bölümündeyiz. Kayaların arası karla dolu, üstü buzlu.  Yürürken düşmek, bir taraflarımızı kırmak an meselesi. Neredeyse dört ayak üzerinde yavaş yavaş yürüyor, milim milim tırmanıyoruz. Önümüze çıkan dev kaya kütlelerini, bir bir geçiyoruz. 


Neredeyse geldik. İşte zirve hemen önümüzde sisler içinde. Öylece bize bakıp duruyor. Ve biz onun tam dibindeyiz.  Zirveye ulaşmak için 15-20 metre daha tırmanmalıyız.  Ama bir sorunumuz var.


Kayalar buz içinde. Donduran ve de uçuran rüzgar ise sırtımızda... Rakım 1235.  Hattı zatında şu an zirvedeyiz. Ama bi 10 metre daha neden yüksekte olmayalım, diyoruz.


Ama hayır. Neden riske girelim. Bugünlük bu kadar yeter diyor, çıkarıyoruz zirve bayraklarımızı ve gururla çekiliyoruz olduğumuz yerde, hatıra fotoğraflarımızı...


Artık bişeyler yeme zamanı. Bulunduğumuz kayalığın üzerinden, iniyoruz bir kaç metre kadar aşağıya, rüzgar almayan duldalık bir yere. Ve getirdiğimiz atıştırmalıkları ayak üstü sohbet eşliğinde, bir güzel yiyoruz...

Neredeyse yarım saattir buradayız. Gitmeliyiz artık. Toparlanıp kalkıyoruz hep beraber.. Güner bey bir kayanın ucuna gelip, şöyle bir bakınıyor aşağılara doğru. Ve sonra diyorki, "arkadaşlar şuradan inelim". Açıkcası çıkış rotamızın kayalık olduğunu düşününce, inişimizin bodoslamada olsa farklı bir yerden olacak olması, beni sevindiriyor...


Her neyse başlıyoruz inmeye. Açıkçası adımlarımızı, nereye denk gelirse, oraya atıyoruz. Bazen bir çukura, bazen de bir kayanın kaygan yüzeyine denk gelince ayağımız, ister istemez olduğumuz yere düşüveriyoruz, hemencecik. Hayatımda hiç bu kadar düşmemiştim dersem, yalan olmaz sanırım. Gerçi düşmelerimin çoğunun, fotoğraf çekme sevdasından kaynaklandığını da belirtmekte fayda var sanırım. 


Ama her şeye rağmen, oldukça keyifli ve yumuşak bir iniş içindeyiz. Manzara derseniz, onunda en şahanesine sahibiz.



Süratle iniyoruz aşağı doğru.  İndikçe bitki örtüsü de değişkenlik gösteriyor. Önce, yapraklarını dökmüş meşelerin içinden yürüyoruz bir süre. Sonra kalem gibi düzgün ve uzun gövdeleriyle karaçam ormanlarına giriş yapıyoruz. Burasının da şahane olduğunu söylemeliyim.  


Rakım neredeyse 400'lere düşüyor. Ve bakın şimdi de yemyeşil iğne yapraklı kızılçamlar başlıyor. Aralarda, kızıl yapraklarını dökmemiş meşe ağaçları ise renk katıyor yolumuza...


Ve işte köye giden yola çıkıyoruz nihayet. Araba izleri var. Belli ki dağlarda yanlız değiliz bugün. Sadece umarız ki avcılar değildir... Oldum olası avlanma olayına, hep karşı olmuşumdur. Çünkü ben; zorunluluk olmadıkça keyfi yapılan avlanmaların, cinayet olduğuna inanır ve üzülürüm... 


Yürüyoruz bu köye inen yoldan bir süre, öylece. Ve köyün sırtlarına gelince, yine yoldan çıkıyor, vuruyoruz yamaçtan aşağı doğru. 


Artık neredeyse köye gelmek üzereyiz. Ayaklarımızın altında gıcırdayan karlar, birden bire yok oluyor... Kızılçamların arasındayız. Hava oldukça güneşli ve sıcak. Adeta bahar mevsimindeyiz... 



Saat 15;45. Köyün girişinde, bahçede otlayan koyunlar karşılıyor bizi. Ve giriyoruz ilk sokaktan köyün meydanına doğru...

Şahane bir dağ tırmanışını sağlıcakla bitirmenin mutluluğu içindeyiz. Arkadaşlarım biraz daha takılacaklar birlikte. Ama ben beni bekleyen hayvan dostlarıma gitmeliyim..  Vedalaşıyoruz her biri ile dağlarda yeniden buluşabilme temennileriyle...


SON SÖZ...
Ben kış memleketi çocuğuyum. Yani karın güzelliğinide bilirim, karın buz gibi soğuğun da ölümüne üşümeyide. Kar yurdumun doğusunda zorluk, darlık demektir.  Onun içindir ki doğuda yaşadığım yıllarda, hiç sevmedim, sevemedim karı. Ve nedense kar denilince, Kerim Tekin'in o ölümsüz şarkısı hemen dilime dolanıverir...

"Kar beyazdır ölüm
ellerinden gülüm
yine yoksun diye
düşmanım her güne"


Her şeye rağmen dağlar benim sevdam. Kar kış, fırtına dinlemez, her daim ona koşarım. Ve bilirim ki ne olursa olsun, sadece orada ve onun bağrında mutlu olurum. Tıpkı bugün gibi. Muhteşem bir gün oldu benim için. Çok ama çok mutlu olduğumu belirtmek isterim.
Ve tabi ki bu mutluluğu benimle paylaşıp, dağlarda yeni izler keşfetmemi sağlayan yol arkadaşlarım Ahmet, Güner, Seyfi, Sarper ve Ekrem bey ile Sertan kardeşime ayrıca teşekkürü borç bilirim...

( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )
                               
Murat Turan - 2021