İzleyiciler

31 Temmuz 2020 Cuma

KAZDAĞI BÜVETLERİ (29.07.2020)



CEHENNEM SICAKLARINDA KAZDAĞI BÜVETLERİ (29.07.2020)

Bugünlerde havalar cehennem sıcaklığında, kasıp kavuruyor her yeri. Ne deniz, ne de defalarca alınan soğuk duş kar etmiyor sıcağa. Gün boyunca bağ bahçe işleri, hayvanlar derken neredeyse buharlaşacağız. Ne yapmalı ne etmeli de, bir yerlere gitmeli. Bize bir bahane gerek kardeşim. Yoksa parmağımızı kıpırdatacak hal yok bizde. Sağolsunlar geçen hafta Yalıç çifti ile Mersin'den bizi ziyarete gelen tam 28 yıllık dostum Fulya sayesinde, Gürleyik Şelalesi'ne gitmişte, bedenlerimizi şelalenin buz gibi sularında serinletip, günahlarımızdan bir güzel arındırmıştık...
Dedimya bize bir bahane gerek diye, al sana bahane. Duydum ki taa İstanbul'lardan ultra koşu arkadaşım Mine gelmiş buraya. Hemen telefonda hoşgeldinler, beş gittinler derken. Evimizde misafir ediyoruz önce. Gelmişe ve geçmişe dair ve en çokta koşulardan, yarışlardan konuşuyoruz. Konuştukça doyamıyoruz sohbetine. Ve ayrılmadan önce, bugün için bol yüzmeli bir doğa yürüyüşü için sözleşiyoruz yeniden...

29.07.2020 Çarşamba...

Bugün etkinlik için saat 10;00'da Zeytinli'de buluşacağız.

Yaklaşık bir yıldır ailece; tavuklar, ördekler ve bir çift köpekle birlikte bir bağ evinde yaşıyoruz. Hayvanların yanısıra bağ bostan işleride olunca, burada sabahları erkenden kalkmak, kaçınılmaz oluyor bizim için. Bu sabahta daha güneş doğmadan uyanıp, çıkıveriyorum bahçeye. Ve her zamanki gibi kızımı verandada ders çalışırken buluyorum. "Günaydın bal kızım" diyorum. Oda bana...

Kızım önümüzdeki yıl üniversite sınavlarına girecek. Ve o daha şimdiden canla başla, gece gündüz ders çalışıp, test kitapları ile yatıp deneme sınavları ile kalkıyor. Gün boyunca ter, sıcak demeden yüzünde maske, dershanede çabalayıp duruyor. Umarım emekleri boşa gitmez ki artık evdeki stresi siz düşünün...




İşte bu hal ve ahval durumunda sabahın köründe kalkıp; koşturup, oynasınlar diye önce köpekleri zincirlerinden çözüyorum ve sonra tavukların sularını tazeliyor, yemlerini veriyorum...

Ve saatler 9'u biraz geçe çıkıyoruz evden. Önce kızımı güzel temennilerle dershaneye bırakıyor, oradan vuruyoruz Zeytinli yoluna. Ha bu arada, doğa yürüyüşüne sevgili eşim Hazan hanımla birlikte gittiğimi de söylemeliyim sizlere. Saatler tam 10;00'ı gösterirken giriyoruz Zeytinli'ye. Mine ve kardeşleri bizden bir kaç dakika önce gelmiş, meydanda bizi bekliyorlar. Hiç oyalanmıyoruz tabiki. İki araba ard arda vuruyoruz Kazdağları yoluna.



BEŞ KİŞİ...
Ve yürüyüşe başlayacağımız köyün çıkışında arabalarımızı park edip, iniyoruz araçlardan. Kısa bir japon usulü uzaktan selamlaşma ile -korona bizi ne hallere soktu, dostlarımızın eline bile dokunamaz olduk- sırt çantalarımızı kuşandığımız gibi Feronia'nın yanıbaşından vuruyoruz, dağa doğru uzanan zeytinliklerin içine... Tam beş kişiyiz. Ben, Hazan, Mine, Deniz ve Ali.


Gökyüzü masmavi açıkmı açık, hava güneşli sıcak mı sıcak. Hepimizin değil yüzü, taa gözlerinin içi gülüyor. Mutluyuz yani. Neşe içinde yürüyor, konuşuyoruz aklımıza ne gelirse. Bi ara bugünkü parkuru soruyorlar bana. Bende dümdüz, Londra asfaltı gibi bir yolda yürüyeceğimizi, sadece büvete inişte kısmi bir zorluk olduğunu söylüyorum onlara. Tebessümle tamam diyorlar, neşelerinden zerre eksilme yok.




Aksine zeytinliklerin içinden çıkıp, önce muhteşem güzelliği ve gölgesi ile gönlümüzü ferahlatan kızılçamlar içinde yürümeye başlayınca, daha bir neşeleniyor herkes. Ben bu parkurun bu bölümünü, oldum olası hep çok sevmişimdir. Hele birde yol kenarlarından rengarenk zakkumlar boy göstermeye başlayınca, bu yolun tadına doyamazsınız...


Bugün gerçekten çok sıcak. Her ne kadar ağaçların gölgesinden yürüsekte, herkes şimdiden birer şişe suyu çoktan mideye göndermiş durumda. Yol arkadaşlarıma sık sık gideceğimiz büvetin güzelliği ve serinliğinden bahsederek, onlara bu yolun sonunda mutluluk vaad ediyorum...


Artık bitiyor toprak orman yolu. Şimdi kızılçamlar içinde oldukça dar bir patikada, tek sıra halinde yürümeye başlıyoruz. Sağ tarafımız uçurum vari, Zeytinli çayına kadar uzanan bir eğime sahip. Herhangi tatsız bir durumla karşılaşmamak için yol arkadaşlarımı bastıkları yerlere dikkatli ve sağlam basmaları konusunda uyarıyorum.




Bir süre kızılçamlar içinde ve tek sıra halinde, zaman zaman devrilmiş koca koca ağaçların altından üstünden atlaya zıplaya ilerliyor, geliyoruz nihayetinde patikanın bittiği yere. Aşağılardan gelen Zeytinli çayının çağıltılı sesi kulaklarımızda, heyecanlanıyoruz bir anda. Artık yamaçtan aşağı doğru inmeli ve kavuşmalıyız Zeytinli'nin zümrüt yeşili büvetleriyle...



ŞAŞA KALIYORUM...
Koşarcasına aşağı doğru akıp gitmek istiyorum, içimde bastıramadığım biranlık heyecanla...
Duruyor arkaya dönüyorum, artık geldik demek için. Ama o da ne. Neler görüyorum öyle. Ağzım açık şaşa kalıyorum biran. Mine ile Hazan hanım çam pürçeklerinin üzerine oturmuş, popo üzeri kaya kaya iniyorlar yamaç aşağı. Deniz'le Ali'mi. Nereden bilirdim Deniz'in yükseklik korkusu olduğunu. Panik atak geçirip yamacın bi tarafında yere yapışıp kaldığını, Ali'nin ise Deniz'i sakinleştirme çabalarını. Dilerseniz bunları burada hiç anlatmayayım. Peki şimdi diyeceksiniz ki kardeşim olayı anlatmayacaktın da mevzuya niye girdin.





Haklısınız mevzuya girdim çünkü Deniz korkuları ile yüzleşti ve çok büyük bir başarı ile aşağıya hemen iniverdi... Zaten o yamaçtan başarı ile inmenin büyük hazzı ile öyle bir mutluluk vardıki yüzünde, bir görmeliydiniz...



Mine ile Hazan'mı. İşte onlar çoktan indikleri dere yatağının kıyısındaki dev kayaların arasında, gururlu ve mağrur duruşları ile tam bir amazon savaşçısı gibiydiler...






Mutluyuz. Çünkü hepimiz sağ salim zümrüt yeşili Zeytinli çayının dibine inebilmiştik. Soluklanıyoruz bir süre. Artık büvete neredeyse metreler kalmıştı. Ve hadi diyoruz. Yürümeye başlıyoruz yeniden dere kenarından, kayaların üzerinden atlaya zıplaya. Ve de boylu boyunca önümüzde yatan dev bir Kızılçamın kollarının altından geçer geçmez karşımızda buluveriyoruz "Be Taşı Büveti'ni."


BE TAŞI BÜVETİ...
Defalarca geldim bu büvete. Ve her gelişimde de ayrı bir heyecan ile ona kavuşmanın mutluluğunu yaşadım. Galiba büvetler içinden en çok bu büveti seviyorum. Nasıl sevmeyeyim ki. Şu büvetin zümrüt yeşili davetkar rengine, bir bakarmısınız. Ve bir o kadarda berrak. Bu rengi muhtemelen, hemen yanıbaşındaki çınarlardan alıyor olsa gerek...




Neyse bu kadar duygusallık yeter. Tutmayın beni. Bunca yolu, hemde bu sıcakta boşuna gelmedik... Ha bu arada nereden duymuş, nereden öğrenmişlerse iki de kampçı var burada. Olsun hiç bir şey bozamaz moralimizi. Hemen bir çınar ağacının kuytusunda mayomu giyiyor, koşar adım dalıyorum büvetin derinlerine. Atıyorum ardı ardına kulaçlarımı boydan boya, bir o baş bir bu baş, gidip geliyorum bir kaç defa. Sonra çıkıyorum bir kayanın üzerine ve hoop, cumburlop büvetin tam orta yerine atıyorum kendimi... Bir ben mi hayır. Deniz ve Ali'de aynı mutlulukla büvetin içinde, bir o tarafa bir bu tarafa yüzüp duruyorlar. Mine ve Hazan dizlerine kadar suya girmiş keyif içinde bizleri izliyorlar... Bir süre sonra istemeden de olsa çıkıyoruz büvetten...





ÇAY ZAMANI...
Artık sıcak bişeyler içmeli, bişeyler atıştırmalıyız. Çay suyunu, kampçıların yaktığı ateşin üzerine koyuyorum hemen. Çok sürmüyor çayımız hazır. Büyükçe bir kaya parçasını masa yapıp, üzerine koyuveriyoruz yiyeceklerimizi. Hem yiyor hem sohbet ediyoruz. Mutluyum, mutlular... Mutlular çünkü demliğin dibi görünene kadar üst üste içiliyor çaylar...



DÜZ...
Saat 13;45. Neredeyse iki saate yakın buradayız. Dönüş yolunda da bir kaç büvete girmek niyetindeyiz. Çarçabuk toparlanıp, hızlı bir kalkışla derenin karşı tarafına geçiyoruz hemen. Yine soruyorlar bana; dönüş yolumuz nasıl diye. Bende; "düz, dümdüz" diyorum ama inandıramıyorum.


Çünkü dereyi geçer geçmez devasa bir kayanın yanıbaşından, başlıyoruz yine tırmanmaya. Tırmanma dediğime bakmayın siz. Merdivenlerden, beş katlı bir binanın en üst katına çıkıyormuşsunuz gibi düşünün. Yani ne kayma ne düşme riski var, sadece biraz rampa, hepsi o kadar...





Ama yook bizimkilerin gözü dönüyor yeniden. Sen bizi yollar "düz" deyip hep kandırıyorsun diye diye ufak dokundurmalar eşliğinde, fundalıkların içinden hoop çıkıyoruz gerçekten düzlüğe... İşte bitti diyorum. Bütün inip çıkacağınız yol, bu kadardı diyorum...


Sonra hadi bakalım diyorum, şu anda bulunduğunuz anın vede yolun tadını çıkarın. Çünkü muhteşem bir patikadasınız deyip basıveriyorum deklanşöre... Kıymetli okurlarım, şimdi şu fotoğrafa bakıp siz söyleyin, haksızmıyım yolun muhteşemliği hakkında...



ÇEŞME...
Neyse yola revan oluyoruz yeniden. İki tarafı kızılçamlar ile kaplı görseli şahane bir boğazdan girip zeytinliklerin arasına çıkıyoruz. İşte şimdi güneş tam tepemizde. Sıcak tüm şiddeti ile yakıp kavuruyor. İleride bir çeşme var ama ben biliyorum o çeşmenin işe yaramayacağını, onlarada söylüyorum ama nafile. Çeşmenin yanıbaşına gelince bizimkiler yinede atılıyorlar öne, çeviriyorlar büyük bir gayretle musluğu. Akan su kan gibi sıcak. Mine olamaz, akıtalım çeşmeyi biraz diyor. Akıtıyorlar. Sonuç yine hüsran, yola devam...





Çok sürmüyor önce yolumuzun iki tarafını fundalıklar kaplıyor. Daha sonrada koca bir çınarın gölgesinin, klimaları aratmayan serinliği ile kendimize geliyoruz... Artık amazon ormanlarında, dar bir patikadayız. Sağımız uçurum, uçurumun sonu ise Zeytinli çayı. Aşağıya bakmak cesaret istiyor. Yolun bu kısmı gerçekten muhteşem güzel. Sarmaşıklarla sarmaş dolaş olmuş çınarlar, yelpaze gibi dallarını uzatmış geniş yapraklı yabani incirler, rengarenk zakkumlar ve daha adını bilemediğimiz nice ağaçlar ile serinliğin ve huzurun adresi. Burası başka nasıl anlatılır, bilemiyorum. Bazı şeyler anlatılmaz, anlatılamaz, anlatılsa dahi muhakkak bir eksik yanı kalır. Bunun içindirki ben; bazı şeyleri anlamak için yaşamak, yaşamak için gelip görmek gerek, derim...

Neyse arkadaşlar, şimdi felsefeye girmeyelim boş verin gitsin. Biz yolumuza, yolumuz az kaldı ama gördüklerimizi sizlere aktarmaya devam edelim...



İşte bu sizlere bir türlü anlatmayı beceremediğim yoldan sonra, kampinglerin önünden geçip, köyden dağa giden yola çıkıyoruz. Ve köy yönünde bir süre daha ilerledikten sonra, bu bölgenin en popüler, en derin ve de en ayak altı büvetine, Akyar büveti'ne geliyoruz...



AKYAR BÜVETİ...
Haliyle Akyar'ın başı, bugünde kalabalık. Ama olsun. Boşunamı geldik bunca yolu. Suya girmeden gitmek yok. Sonra Akyar'ın gönlü kalmazmı bizde. Kalırrr. E o zaman hadi ne duruyoruz, öyleyse. Mayolar altta zaten, tişörtleri çıkartır çıkartmaz hoop büvet. Başlıyorum kayanın diğer tarafına doğru kulaç atmaya. Oooo! Bu büvet diğerinden on kat daha soğuk. Bu ne ya. Kendimi büvetin diğer yakasına zor atıyorum.


Ama şahane. Korkunç mutluyum. Bir daha atıyorum kendimi büvetin içine. Yine bir kaç kulaç ve çıkıyorum bir kaya çıkıntısına. Hoop balıklama bir dalış daha. Su çook soğuk ama çook güzel.


Bana inanmıyorsanız eğer Hazan hanımın kadrajından; Deniz'in büvete girer girmez yüzünde oluşan şu ifadeye bir bakarmısınız. Yaa... Su tamda böyle soğuk işte. Ama şahane...


Keyfimiz olana kadar kalıyoruz suyun içinde ve sonra geleneksel fotoğraf çekimi için önümüzden geçen birisine kamerayı verip, herkes gibi bizde tünüyoruz koca çınarın gövdesine... Ve sonra vakt-i seladır deyip, düşüyoruz yeniden dönüş yoluna....


Saat 16;00. Sabah araçlarımızı bıraktığımız yerdeyiz. Ama hemen ayrılmıyoruz birbirimizden. Bir kahve içimi Feronia'da oturuyor, günün tatlı yorgunluğunu atmaya çalışıyoruz üzerimizden... Sonra teşekkür ediyoruz birbirimize, gün boyu geçirilen mutlu anlar için. Ve sonra yüzlerimizde tebessümle vedalaşıp, biniyoruz araçlarımıza...


SON SÖZ...
Yazı boyunca Mine'yi bir yerlerde mutlaka anlatmalıyım diye düşünürken birde bakmışım yazının sonuna gelmişim. Ama en azından Mine ile nasıl tanışıp, dost olduğumuzdan biraz olsun bahsetmek istiyorum sizlere...

Yıl 2013. Aylardan Nisan. İznik'te ilk uzun ultramaratonumu koşacağım. Hemide tamı tamına 80 km. Start veriliyor, yarış başlıyor. Daha yarışın başlarındayız. 10 mu koştuk yoksa 20 km'mi bilemiyorum. Her nedense birden bire içimi biraz heyecan ama en çokta nedensiz bir korku sarıyor. Durmadan duraksamadan dere tepe, toz toprak, çamur demeden koşulacak kilometreler, kafamın içinde büyüdükçe büyüyor. Koşarken yanıbaşımdan geçen veya benim geçtiğim veyahut ta bir süre birlikte tempo tutturarak koştuğum insanlarla tek tük, kem küm ederek konuşuyorum isteksizce. Ama ne ara yan yana koşmaya başladık bilmiyorum biranda yanımda onu, Mine'yi buluyorum. Koşuyor durmadan ve aynı tempo ile de bişeyler anlatıp duruyor. Onun bu enerjisi karşısında önce şaşkınlık yaşıyorum ama onun sürekli motive edici konuşmaları ile bende bastıkça basıyorum gaza... Velhasıl o gün yarışı tahmin bile edemeyeceğim bir süre ve derece ile bitirebiliyorum... Ve kaderin tecellisine bakın ki bir sonraki yılda İznikultra'yı, onun hayat arkadaşı Soner abi ile koşuyoruz. İşte o günden beridir en yakın arkadaş ve dost bilirim Mine'yi....

Ve gelelim bugüne. Bugün sevgili eşim Hazan hanımla birlikte şahane bir parkurda şahane üç insan ile birlikte çook mutlu bir gün geçirdik... Aslında bu doğa yürüyüşü Şirin Mine Kılıç'ın şerefine düzenlenmişti. Ama bu yürüyüşe katılan kardeşler Deniz ve Ali'yide yakından tanımak bizim için mutluluk vericiydi. Bunun için Mine ve kardeşlerine, Hazan hanımla birlikte çook teşekkür ediyoruz...

Not; Fotoğrafların kim tarafından çekildiğinin önemi yoktur. İnsan figürü olmayan tüm manzara veya doğa fotoğraflarını alıp kullanmak serbesttir...


( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )

Murat Turan - 2020