İzleyiciler

21 Mart 2020 Cumartesi

KÖROLASIN KORONA (18.03.2020)



İSMAİLOLUĞU ŞELALESİ (18.03.2020)

Söze nereden başlasam bilmiyorum. Ülkemize de sıçrayıp, endişe içinde bizleri evlerimize tıkan Korona virüs'ten mi yoksa şanlı ecdadımızın Çanakkale'de yazdığı destandan mı başlamalıyım söze, bilemiyorum. Belkide sadece bugünden, bizleri oksijen sarhoşu yapan ormanlardan, arşınladığım patikalardan ve şelaleden bahsetmeliyim sizlere...

Aslında bugün Çanakkale'yi; Conkbayırını, Kanlı Sırtı, 57. Alayı, Anafartaları adım adım yürüyüp, kınalı kuzularımızı, Mustafa Kemal'i anlatacaktım sizlere. Ama olmadı. Dünyayı kasıp kavuran korona, sonunda yurdumuza da girdi işte...
Şimdi sizlere uzun uzadıya korona'dan bahsedip, iyice moralinizi bozmak istemiyorum. Zaten eminim ki şimdiye kadar her biriniz, korona virüs hakkında epeyce bilgi edinmişinizdir... Ben bu konuda sizlere söylesem söylesem sadece; hijyene dikkat edin, en azından bu dönemde insanlardan uzak durun ve hiçbir şeyle temas etmeyin derim, o kadar...

Evet insanlardan uzak durmak, büyük şehirlerde yaşayanlar için eve kapanmak demektir. Ama köylük yerlerde öyle olmuyor. Zaten tarla, bağ bahçe derken uzaksınız tüm insanlardan. Ama korona hakkındaki son gelişmeler, o kadar canımızı sıkıyor ki insanlardan daha da uzağa, dağlara kaçmak istiyoruz...

18.03.2020, Çarşamba...
Sabahın rutin işlerinden bu seferlik bahsetmeyeceğim, sizlere. En iyisi olaya direkt giriş yapmak... Zaten beni tanıyanlarınız sabahları güne nasıl başladığımı, neler yaptığımı gayet iyi biliyor. Her neyse. Yanımda Suat abi, hemen evimizin yanıbaşında ki Kazdağlarına gitmek için çıkıyoruz yola.


Çok sürmüyor Çamlıbel köyüne gelip, köyün çıkışında bırakıyoruz aracımızı... Bugün her zamankinden daha farklı hisler içindeyiz. Kafamız karmakarışık. Bugün var yarın yokmuşuz hissiyatı, kafamızı kemiriyor.



NELER OLUYOR BÖYLE...
Biraz huzur biraz temiz hava ve mutluluk için başlıyoruz Çamlıbel'in yüksek taş duvarlı evlerinin yanından yürümeye. Daha ilk adımlarımızla birlikte, kendimizi kızılçamlar içinde buluyoruz. Yolumuz tatlı bir tırmanış içinde. Biz ise iki kişi, bugünden, en çokta gündemden konuşup duruyoruz.

Neler oluyor dünyada böyle. Bilmem kaçıncı yüzyıldayız ama çıplak gözle bile göremediğimiz minnacık bir düşman, tüm insanlığı teslim alıyor. Korona uzak doğuyu kasıp kavurdu, Avrupayı perişan etti ve etmeyede devam ediyor ki işte şimdi de Türkiye'de... Ülkemizde bu konuda çok ciddi tedbirlerin alındığını biliyoruz. Bu sevindirici. Umarım alınan tedbirlerle bu musibet virüsten en kısa zamanda kurtuluruz...


MADEMKİ...
Galiba bugün ormandan, doğadan pek bişey bahsedemeyeceğim sizlere. Ama mademki düştük yollara bugün, daldık en derinine ormanın, o zaman gören gözlerimizin gördüğünü, yüreğimizin hissettiği sevinci ve hüznü, huzuru ve burukluğu sizlere anlatmadan olmaz sanırım...





ŞİMDİ SORUYORUM SİZLERE...
Düşününkü bir dağdasınız. Hava güneşli, gök mavimi mavi, baharı yakalayan bademler çiçek açmış, kuşlar cıvıltı içinde. Yolunuz orman yolu, kızılçamlar içinden döne döne, kıvrıla kıvrıla sizi hiçte yormayan bir tırmanışla yürüyorsunuz. Ve her kıvrımda, muhteşem manzarası ile size göz kırpan gümüş grisi bir deniz ile göz göze geliyorsunuz... Şimdi soruyorum sizlere; böyle bir yolda yürümek ne demektir bilirmisiniz... Ölüyü diriltir bu dağ, bu deniz, bu manzara. insana kanat taktırıp uçurur, uçururda kudurtur mutluluktan insanı... Ve hüzne boğar, bir daha buraları göremeyecek olma ihtimali...
Ama nereden bileceksiniz ki. Hele birde, büyük şehirde yaşıyorsanız...

KİŞİSEL HİJYEN ÖNEMLİ...
Yürüyoruz bu duygularla. İki kişi olunca konuşulan konularda hep bu çerçevede cereyan ediyor. İkimizde mutluyuz ama konu dönüp dolaşıp koronaya geliyor. Temizlikten, kişisel hijyenden, sosyal mesafeden bahsedip duruyoruz.


VAH! BERDUŞUN ÇEŞMESİ...
Ve Berduşun'un çeşmesindeyiz. Geçen yıl buraya geldiğimde bu çeşme, hem ismi hemde temizliği ile beni etkilemiş ve bize ikram ettiği su için ona şükranlarımı sunmuştum. Sanırım insanlar her şey gibi bu çeşmeyide kirletmişler. Hemde üzerine siyah boya ile kocaman harflerle yazdığı " Pis bırakma, temiz kalsın" yazısı ile... Yinede içiyoruz, minnet ve rahmetle suyundan kana kana. Her kim ve nerede yaşadıysa "Berduşun Çeşmesinden."



 


"Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti. O.Veli"


Bir süre daha yürüyoruz kızılçamlar içinde. Biraz rampa aşağı iniyor, kuru bir dere yatağını geçiyoruz. İçinde zeytin çekirdeği bulunan domuz pislikleri ile yabani hayatın varlığını hissedip, mutlu oluyoruz... Aslında bu konuda çok garip, değil mi sizce. Yani bi hayvanın pisliğini görüpte, mutlu olma olayından bahsediyorum. Birde domuz olsun, ayı olsun boku ile mutlu olduğumuz hayvanla, ormanların ıssız ve dar patikalarında burun buruna geldiğimizi farzedelim. Acaba o zaman da sevinçten hayvanın boynunamı sarılırız, - ki maazallah hayvan bizim onu sevdiğimiz kadar, o da bizi sever mi yoksa öper mi, orasını Allah bilir- yoksa korkudan tir tir titrermiyiz, bilemiyorum...
Dedim ya. Bugün karışık duygular içindeyiz. Ne için olduğunu bilmesem beni bu havalar mahvetti diyeceğim. Ama durum ortada.. "Ah, ah, gözün körola koronaaa, korona... İşte eniştemin son günlerde dilinden düşürmediği tekerleme... Bak sen şu işe yine geldik koronaya. Vallahi domuz pisliğinden koronaya nasıl geldik, bende anlamadım...







Neyse bırakalım domuzu koronayı, biz yürümeye devam edelim... Artık orman yolundan çıkıp, daha dar bir patikaya giriyoruz. Sağımızda derin bir kanyon ve kayalık tepeler, solumuzda körpe kızılçamlar bize eşlik ediyor. Ve herşeyden önemlisi ruhumuzu coşturan, pembe anemonlar ve sarı karahindibalar yolumuzu kesiyor. Tabiki kayıtsız kalmıyoruz bizde, uzanıyoruz boylu boyunca yanlarına, onları incitmeden ve kırmadan. Öpe koklaya bol bol fotoğraf çekip, vedalaşıyoruz onlarla...



Çok sürmüyor geliyoruz, şelaleye ineceğimiz yere. Ve biraz bakındıktan sonra bodoslama inişe geçiyoruz. Önce şelalenin döküldüğü yere çıkacağız. Arka tarafı uçurum olan, devasa kayalığın diğer yüzündeyiz. Yavaş yavaş kayalığa tutunarak iniyoruz. Ve daha fazla inmeden kayalığın yanında oluşan bir çıkıntıdan tekrar yukarı, şelalenin döküldüğü yere doğru tırmanıyoruz.



İşte tam tepedeyiz. Şelalenin tam döküldüğü kaya kütlesinin üzerinde... Ayaklarımızın tam dibinde, aşağılara doğru metrelerce uzanan kanyon ve ortasından belli belirsiz akan bir dere. Şelaleye can veren su, o kadar cılız ki. Şaşkınız... Çok durmuyoruz burada. Tekrar inişe geçiyoruz.




Kayaların, ağaçların arasından indikçe, yeşillikler içinden cılız sularını yere doğru bırakan, şelaleyi görüyoruz. Coşkunluğu bir şelaleye göre zayıfta olsa, yine de bütün zarifliği üzerinde. Heyecanlanıyoruz, tabiki...

KORKMADAN YAŞAMALI...
Şimdi içinizden bazılarınızın; bu heyecan, sevinç gibi duyguları abarttığımı düşünenleriniz olabilir... Belki de haklısınız. Ama birde şöyle düşünün. Orada sizi bekleyen ve sizinde özlemle görmeyi arzuladığınız birisi -sevgiliniz, eşiniz, çocuğunuz- veya bir şey -köyünüz, memleketiniz- var. Ve kavuşmaya ramak kalmış... Şimdi sorarım size. Burada heyacanlanmayıpta ne yapacağız. İnsanız biz. Duyguların hepsi bizim için. Korkmadan yaşamalı her birini; hele sevmeyi, sevinci ve neşeyi, asla bırakmamalıyız ellerimizden...



KORONA MI, SOĞUK SU MU?..
Saat 13;30... Kavuşuyoruz büyük bir özlemle, şelaleye. Nasılda zayıflamış. Kara suya hasret, belli ki sevdaluk içinde... Olsun, o bizim yinede baş tacımız.... Hemen bir iki fotoğraf derken, başlıyoruz soyunmaya. Buraya kadar gelmişken, onun buz gibi sularına girmemek olmaz... Çıplak ayaklarımızla daha içine bir kaç adım atar atmaz, öylece kala kalıyoruz. Su buz gibi demiştim ya. Ne buzu. Kutup suyu gibi soğuuuk mu soğuk. Şortuma kadar gelen yere kadar giriyor ve öylece kalıyorum. Bacaklarımı hissetmiyorum. Allahım bu su yerin kaç kat altından geliyor... Korona değil ama soğuk su öldürecek beni... Suya dalmak tüm vücudumu arındırmak bi tarafa, kalbimin sesini dinleyerek, çıkıyorum hemencecik şelalenin buz gibi sularından...

Olsun yinede mutluyuz... Yakıyoruz hemen küçücük bir ateş ve koyuyoruz üzerine çay suyumuzu... Gözlerimiz şelalenin zayıf ama mağrurlu sularını bırakışında, bir süre öylece oturuyoruz... Ellerimizde sıcak birer çay ve biraz sessizlik...


HİKÂYESİ...
Bu şelale buralarda İsmailoluğu diye anılıyor. Tabiki her yerin olduğu gibi buranında bir hikâyesi var. Daha önce anlatmıştım ama sanırım tekrar anlatmalıyım... Bu konuda net bir bilgi yok, sadece söylentiden ibaret. Rivayet odur ki bir oduncunun İsmail adındaki oğlu, bir gün ormanda kaybolur. Günlerce ararlar ve şimdiki şelalenin döküldüğü yerde, bir oyukta bulurlar, İsmail'i. Ve bundan sonra, gel zaman git zaman yöre halkı tarafından bu şelale, "İsmailoluğu" olarak anılmaya başlanır...

Eee... Yedik içtik. Hikayemizide anlattık. Artık yola revan olma zamanı...


Vedalaşıp ayrılıyoruz İsmailoluğu ile. Tam arkamızdan, vuruyoruz yamaç yukarı... Belli belirsiz bir patika bulup, atıyoruz kendimizi yukarı, orman yoluna...


Artık gerisi kolay geldiğimiz yoldan sallana sallana gideceğiz. Sallana sallana diyorum çünkü gelirken ne kadar tırmandıysak şimdi de hep ineceğiz. Yürüyoruz durmadan ve susmadan. Konuşuyoruz sağdan soldan, insanlar ne yapmış ne etmiş hariç geçmişten gelmişe, yani aklınıza ne gelirse herşeyden. Bazen şaşırıyorum, konudan konuya nasıl geçişler yaptığımıza dair. Şimdi sizlere soruyorum. Bir insanın karşısındaki ile bir çok konuda konuşacak şeylerinin olması dostluk değilde nedir...






İşte konuyu konuya bağladığımız, durmaksızın yapılan konuşmalar eşliğinde, bir bakıyoruz ki Tahtakuşlar köyü sırtlarındayız. Farkında olmadan o kadar hızlı yürümüşüz ki hemen sağımızda kızılçamlar arasından bizi karşılayan muhteşem Edremit körfezi manzarası ile duraksıyoruz biran. Yine her dönemeci muhteşem manzaralara sahip, kıvrım kıvrım yollara geliyoruz. Yolun bu bölümüne doyamıyoruz. Sabah çıkarken bizi yolumuzdan alıkoyan, muhteşem manzaralara sahip bu dönemeçler, şimdi de bizi hemencecik bırakmıyor. Her dönemeçte mutlaka fotoğraf molası veriyor, doya doya seyreyliyoruz önümüzde uzanan mavi denizi, adaları, Madra'yı...


Manzara seyirleri yüzünden yürüme hızımız bi hayli düşüyor. Dura kalka yürüsekte, artık köye çok yakınız. Ve bir süre sonra kızılçamlar içinden köyün ormanla bitişik ilk evini görüyoruz.



Saat 16;30. Artık aracımızı bıraktığımız yerdeyiz. Toplamda 19 km yol yürümüşüz. Temiz hava, bol güneş, manzara ve şelale... Daha ne olsun...



MESELE ÖLMEK DEĞİL,YEĞEN...
Buraya kadar gelipte Tuncel Kurtiz'e uğramadan gitmek olmaz. Belki çoğunuz biliyorsunuz ama ben yinede bilmeyenleriniz için Ramiz dayının mezar yerinin, Çamlıbel'de olduğunu söyleyeyim. Son yıllarını burada geçirmiş ve çok sevmişti buraları. O yeşilçamın, gözü gönlü en tok insanıydı. Dünya malı dünyada kalır, sözü sanki onun için söylenmiştir. Vasiyetiydi, mezarının yapılmaması. Bu yüzdendir, süslü püslü mezarının olmaması ve de çığ gibi sevenlerinin olması... Ruhun şad olsun Ramiz dayı...



SON SÖZ...
Tek dileğim umarım biran önce korona virüsün aşısı bulunurda insanlık rahatlar...

Ve tabiki Çanakkale şehitlerimiz. Ne olursa olsun sizleri asla unutmayacağız. Cumhuriyetimizin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk ile onunla omuz omuza çarpışarak, vatanları için hayatlarını feda eden tüm aziz şehitlerimizi, saygı ve minnetle anıyorum. Ruhlarınız şad, mekanlarınız cennet olsun...

Ve son olarak teşekkürlerim yol arkadaşım Suat abiye gelsin...

Not; Benim olmadığım tüm fotoğraflar benim çekimimdir. İnsan figürü olmayan tüm manzara veya doğa fotoğraflarını alıp kullanmak serbesttir...


( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )

Murat Turan - 2020