İzleyiciler

17 Nisan 2019 Çarşamba

TURİNGLER FİRARDA (14.04.2019)


TURİNGLER FİRARDA (14.04.2019)

Tam iki hafta oldu dağlara çıkmayalı. Bilerek isteyerek çıkmadım dağlara. Küskünlüğümden değil, beni özlesin istedim, bende onu... Dağlar beni bekleyedursun, tabiki bende boş durmadım bunca zaman...


Mesela güzel evime, evimin minik bahçesine adadım kendimi. Sonra aylardır başucumda bekleyen kitaplarımı okudum doya doya, gece yarılarına kadar... Bazen eşimle saatler süren kahve sohbetleri yapıp, bazende tek başıma kendimi dinledim... Ve işte hernedense, böyle zamanlarda hükmediyorum hayatın çok kısa olduğuna... Havalardanmıdır nedir, bugünlerde çok duygusalım... Dışarıda dinmeyen yağmur, karanlık ve kasvetli hava ile dahada yoğunlaşıyor bu duygularım. Özlüyorum eşimi dostumu, geçmişi ve de gençliğimi... Ve kızıyorum, hayatı erteleyen, dostlarını ihmal eden(?) kendime... Ne demiş Can Yücel ustamız;

"Ömür dediğimiz nedir ki?

Çay bardakta
Soğuyana dek geçen zaman
Çayınız bardakta soğumadan
Tadıyla için hayatı

Soğutmadan sevgileri
Soğutmadan sevdaları
Soğutmadan dostlukları
Yaşayın doyasıya

Seviyorsanız koşun ardından
Beş dakika bile duracak zaman yok
Kırmadan , incitmeden
Sevin İnsanı

Kırmaya zaman yok
Çayınız bardakta soğumadan
İçin çayınızı hayat geçiyor
Yaşamamak yüreklere zarar..."


Ustamızın sözünü dinleyip hafta içi atıyoruz kendimizi, ailemizin yakın zaman dostları Songül ve Suat çiftinin malikânesine. Sohbetleri ile gönlümüzü ferahlandırıp, yiyip içiyoruz ailece... Yüreklerimizde sevgi, mutluluk ve büyük bir ruh dinginliği ile dönüyoruz evimize. Ve bu duygularla bu hafta sonunda da dağlar yerine, dostların gönül tellerine dokunmaya karar veriyorum...


Akşamdan bizimkilere, yarının detaylarını vermeden hazır olmalarını söylüyor, yatmaya daha doğrusu kitaplarımla vakit geçirmek için odama çekiliyorum...

14.04.2019 Pazar...
Hazan hanımla birlikte uyanıyoruz, bir pazar sabahına göre erken sayılabilecek bir saatte. Her zamanki gibi o kahve içerken ben bişeyler atıştırıyorum. Kızımın uyanması için henüz erken bir saat. Anne baba olarak biz birlikte birer kahve içerken onun biraz daha uyumasına karar veriyoruz... Ve nihayet oda uyanıyor ve iniyor yanımıza. Artık gitmeye hazırız. Saatler 10;00'ı gösterirken çıkıyoruz evden. Kızım ve eşim hala bugün ne yapacağımızı, nereye gideceğimizin detaylarını bilmiyorlar. Açıkçası bende bilmiyorum. Bildiğim tek şey bugün öncelikle Çanakkale'de bulunan kan kardeşimi ziyaret edeceğimizdi. Sonrası doğaçlama olacaktı. Ha bu arada, bu ziyaretin keyfi bir ziyaret olmadığını da belirtmeliyim hemen. Ne demek istediğimi yeri gelince detayları ile anlatacağım sizlere. Şimdi isterseniz yolumuza devam edelim. Çünkü Hazan hanımla kızım henüz kahvaltı yapmadılar ve oldukça açlar...


Kahvaltıyı Nusratlı köyünde yapmaya niyetliyiz. Bu köyün Taş Konak'ta verilen kahvaltısı dillere destan. Adını çok duymama rağmen bir türlü kahvaltı yapmak kısmet olmamıştı burada. Hatta öyle bir kısmetsizlik vardı ki seçimin ertesi günü Hazan hanımın doğum gününde de gelmiştik te buraya, maalesef kapalı olduğu için yine kahvaltı yapamamıştık. Açıkçası hem merakımız hem de anlatıla anlatıla bitirilemeyen organik lezzetlere kavuşacak olmanın heyecanı ile bastıkça basıyoruz gaza. Ve çok sürmüyor giriyoruz ağaçlar arasından, sanki çerçeveletilipte duvara asılmış gibi duran şahane bir manzaranın içinden köye.


Geliyoruz camiinin tam karşısında duran Taş Konağa. Önünde sarı bir taksi duruyor. Hevesle iniyoruz arabadan ve yöneliyoruz Taş Konağın kapısına. Kapısı kapalı ama bu mevsim için normaldi kapısının kapalı olması. Ama yinede bir gariplik vardı. Görünürde hiç kimse yoktu. Elimi atıyorum kapıya, kapalı olmasının yanısıra birde kilitli olduğunu anlayınca acı acı gülümsüyoruz sadece. Yani anlayacağınız bugünde tufaya düşüyoruz. Etrafta in cin top oynuyor. Birisini görsek, sorup anlayacağız niye kapalı olduğunu. Nedir bu kardeşim, ikidir binbir hevesle onca yol geliyoruz, ama kapı yüzümüze duvar, midelerimiz aç gerisin geri dönüyoruz...

Artık üçüncüye gelmem, gelsemde yemem, bu nasıl işletmecilik diye, sitem ede ede düşüyoruz Çanakkale yoluna. Yinede neşemiz yerinde, ailece mutluyuz. Bize kahvaltı yapacak yer mi yok diyor, avutuyoruz kendimizi... Havayı soracak olursanız parçalı bulutlu ancak iç ferahlatacak kadar güneşli. Yollar yağ gibi ve tenha. Ve Hazan hanımla daldan dala atlanarak bazen hüzün, bazen mutluluk ve bazense memleket üzerine yapılan ciddi konuşmalar... İşte bitmeyen bir sohbetle, geliyoruz Ezine'ye...





Bu sefer kahvaltı için nereye gideceğimizi çok iyi biliyoruz. Ve saatler 11;20'yi gösterirken, ana yol üzerinde bulunan Güler Ablanın Yerine geliyoruz...

Cam kapıyı açıp, giriyoruz içeri. Sobanın başında yaşlıca bir teyzeyi otururken, Güler ablayı ise mutfakta birşeylerle uğraşırken görüyoruz. Selam verip, gayrı ihtiyari gürül gürül yanan sobaya yaklaşıyoruz hemen. Dışarısı çok soğuk olmamakla beraber, bina içinde yanan sobanın sıcaklığı hoşumuza gidiyor. Kırk yıllık dost misali hal hatır faslını müteakip, mutfağın yanında oluşturulmuş şark köşesine çıkıyoruz hemen.




Hazırlıyor Güler abla kahvaltılıklarımızı jet hızıyla. Ama servis işini ona bırakmıyoruz, tepsi tepsi masalara taşıyıp, kendi ellerimizle donatıyoruz masayı. Hazan hanım kahvaltıda kızartılmış ekmeği, balı kaymağı çok sever. Hemen atıyorum dilimlenmiş köy ekmeklerini sobanın üzerine. Ben ekmekleri kızartırken, başlayın diyorum bizimkilere. Sabah bişeyler atıştırdığım için pek aç değilim... Kızartılmış ekmekler, çay servisi benden. Tereyağda yumurta, gözlemeler Güler abladan. Löpletiyor bizimkiler, aç kurtlar gibi...


Sıra geliyor alışverişe. Ne alışverişi derseniz Güler Ablanın yerinde sadece kahvaltı servisi yok. Burada kendi elleriyle yaptığı zeytin, sıkım yaptırdığı zeytinyağları, tereyağı ve peynirden tutunda, kendi imalatları zeytinyağlı sabunundan, bahçeden kabuklu ceviz ve bademine varana kadar ne ararsanız var. Vel hasıl her şey kendi imalatları ve organik. Üstelik tüm ürünlere marka müracaatı yapılarak, tapu gibi belgeleride alınmış. Sanırım Güler ablanın bu konuda yanlız olmadığını, arkasında kapı gibi Ziraat Mühendisi bir oğlu olduğunuda söylemeliyim...

Hazan hanıma gelince o alışverişi sever biraz. Ondan bundan şundan derken elimiz kolumuz dolu, vedalaşıp ayrılıyoruz Güler Ablanın yerinden...


Yolumuz yağ gibi asfalt yol ama çok hızlı gitmiyorum. Aheste aheste çevremizin güzelliklerini yaşaya, sohbet ede ede gidiyoruz. Ama birden bire bir kelebek sürüsünün içine giriyoruz. Sanki kelebekler bir yerden bir yere göçüyormuş gibi sağımızdaki tarlalardan çıkıp asfalt yolun üstünden deniz tarafına doğru uçmaya çalışıyorlardı. Kilometrelerce arabanın camı çarpan kelebeklerden sapsarı olmuş şekilde ilerliyoruz. Dayanamıyor, kelebekleri yakından görmek ve fotoğraflamak için çekiyorum arabayı yolun kenarına, iniyorum aşağıya...



Gözlerime inanamıyorum, hemen yolun kenarındaki çayırlıkta dahi onlarca kelebek bir uçuyor bir konuyordu. Renklerine bakılırsa tek cins kelebek popülasyonu mevcuttu. Daha bir kaç gün öncesinde Tokat bölgesinde de benzer bir kelebek göçü olduğunu okumuştum internetten. O haberdeki uzmanların açıklamalarına göre bu kelebeğin adı "Diken Kelebeği- Vanessa Cardui" idi. Ve bu yılki kelebek göçüne sebep olan popülasyon yoğunluğu ancak 9-10 yılda görülen bir durumdu... Ama bana garip gelen şey bu kadar çok kelebeğin varlığı değildi, aslında. Bana garip olduğu kadar acı gelen şey, sadece 24 saat ömrü olan bu güzel canlıların, o 24 saati bile yaşayamadan elim bir trafik kazasına kurban gitmeleriydi... Biran kelebeklerin yerine koyalım kendimizi. Yarının garantisi olmadığını biliyoruz pek tabiki. Bugün var, yarın yokuz. O zaman nedir paylaşamadığımız, neyin kavgasıdır bu... Bu memleket bizim, hepimizin... Ne demiş şairin biri ( Şiirin yazarı kimi kaynaklarda Özdemir Asaf kimi kaynaklarda ise Can Yücel olarak belirtilmektedir.);

"Ömür dediğin üç gündür / dün geldi geçti, yarın meçhuldür / O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür. "

O zaman ne duruyorsunuz. Tutsun herkes birbirinin elinden, sen ben o değil biz olalım, bir olalım, çocuklarımıza neşe ve barış içinde yaşayacakları bir dünya bırakalım...

Saat 12;30. Kepez Devlet Hastahanesindeyiz.

Evet yolun başında, bugün Çanakkale'de kan kardeşimi ziyaret edeceğimi, ama bu ziyaretin öyle keyfi bir ziyaret olmadığından bahsetmiştim sizlere...
Kan kardeşimin biricik kardeşi aylardır hastahanede yatıyor. Hemde ne yatma... Orhan çok başarılı bir Harita mühendisi. Yıllarca metropollerde, kırsalda kısacası yurdun dört bir köşesinde arı gibi çalışıyor. Artık dinlenmek istiyor, geliyor güzel ailesi ile Çanakkale'ye... Ama kahpe felek ona dinlenmek yok diyor. Dert üstüne dert, hastalık üstüne hastalık veriyor ona. Biri bitmeden biri başlıyor. Ama o her bir hastalığını, ailesinin üstün desteği ile bir bir alt etmeyi başarıyor. Görmek istiyoruz moral olsun diye hem onu, hem de kan kardeşimi. Taa Edremit'en çıkıp geliyoruz, Çanakkkale'de yattığı hastahaneye...


Çıkıyoruz yattığı odaya. Hastahanelerin soğuk ve hüzünlü havasına inat daha odaya girer girmez, neşe saçmaya çalışıyoruz. Yüzümüzdeki tebessümle sohbet ediyor, duygusal hastamızın yüzünde tebessüm oluşturmanın mutluluğunu yaşıyoruz... Bi hayli kalıyoruz burada. Ve sonrasında kardeşimizin yavruları ve sevgili eşi geliyor hastahaneye. Birazda onlarla hasbihal edip, ayrılıyoruz yanlarından şifa dileklerimizle... Allah yardımcın olsun sevgili Orhan...

Çıkıyoruz hastahaneden. Arabaya biner binmez hepimize bir hüzün çöküyor. Ağzımızı bıçak açmıyor, ana yola kadar... Yol ayrımına geldiğimizde soruyorum bizimkilere; "Çanakkale'yimi gezelim, yoksa dönelim mi." diye. Bizimkiler sessizce, "Dönelim" diyor, sadece...

İstikamet Edremit... Yine yağ gibi asfalt yollardayız. Yine arabamıza çarpıp duran kelebekler... Hüzünlü hava biraz yok olsun diyor, kırıyorum direksiyonu Troya Milli Park Bölgesine doğru...




Tarlalar arasındaki daracık asfalt yola girince, tabiat görüntüsü ile bizi mutlu etmeye başlıyor. Hele boy vermiş, başak başak buğday tarlalarını, taa uzaklarda yemyeşil çayırlarda otlayan koyunları görünce mutluluğumuz kat be kat artıyor... İçimize bahar doğmuş gibi yeniden yüzümüzdeki tebessümle bakmaya başlıyoruz, eşim ve kızımla birbirimize...

Geçiyoruz önce Halileli köyünü, sonra çıkıyoruz Troya Antik Kente giden yola. Ve çok sürmüyor sağımızda Tevfikiye köyünü görüyoruz. Köyün tam karşısında Troya Müzesi, yaklaşık 500 metre ilerisinde ise Troya Antik Kent ören yeri var. Ören yerini daha önce gezme görme fırsatımız olmuştu. Onun için bugün çok merak ettiğimiz ve daha geçen yıl restore edilerek binaları, figürleri, tarihi ve mitolojik değerleri ile açık hava müzesi niteliğinde arkeo-köye dönüştürülen Tevfikiye köyünü, doyasıya gezmek niyetindeyiz...




Saat 15;35. Tevfikiye köyünün ikinci girişinden giriyoruz içeri. Daha içeri girer girmez kendimizi zaman ötesi bir dönemde zannediyoruz desem, abartı olmaz sanırım... İlk dikkatimizi çeken şey tüm binaların eski Troya zamanındakine benzer yalın renklerle boyanmış olduğuydu. Bazı binaların duvarlarında o dönemin karakterlerini görmek ise bir başka hoşluktu...












Yine metrelerce uzunluğundaki taş duvarlarda yazı ve figürlerle, Troya mitolojisinin hikayesi anlatılmış... Eğer yanlış anlamazsanız bu mitolojik hikayeyi burada uzun uzun anlatmak yerine, sizler duvarda anlatıldığı şekliyle fotoğraflardan okurken, bende köyün diğer kısımlarını anlatayım...

Evet tabiki bizde önce okuyoruz İda Dağlarına ölsün diye bırakılan çoban Paris'in hikayesini, nifak tanrıçası Eris'in oyununu, üç güzelleri ve Troya savaşının çıkma sebebi Helen'in kaçırılışını... Ruhumuzu ve aklımızı Troya Miti ile iyice doldurup, dalıyoruz köyün sokaklarına. Biraz ilerleyince muhtarlık ve kültür binası, sağında sağlık kabini, solda köy kahvehanesi, camii ile sol tarafta dönemin önemli karakterlerinin büstleri olan Troya meydanına çıkıyoruz...




Tabi ilk girdiğimiz yer büstlerin olduğu Troya meydanı oluyor. Meydan Troya ovasına hakim bir noktada. İnceliyoruz tek tek büstleri. Bildiğimiz kadarıyla bu iyi bu kötü diyoruz. Ben Achilleus, Hazan hanım Helen, kızımız ise Paris ile fotoğraf çekilmeyi tercih ediyor... Ben hiç birini bilmem ama içlerinden Agamemnon'u unutmam...


Çünkü Agamemnon 1915 Çanakkale savaşında boğaza ilk giren vede ilk top atışı yaptırılan ingiliz savaş gemisinin adıydı. Tabiki ne bu savaş zırhlısının isminin Agamemnon olması nede ilk top atışını yapması bir tesadüf değildi. Bu tamamen İngilizlerin yüzyıllar sonra Troya savaşı ruhuyla vatan topraklarımıza gelmelerinin bilinçli ironik bir planlamasından başka bir şey değildi...

Daha önce söylemiştim Troya Savaşının, bir aşk savaşı olduğunu. Bence Çanakkale Savaşıda bir aşk savaşıydı. İngilizlerin hesap edemediği Türklerin vatan aşkı...







Troya meydanında Homeros, Paris, Helena, Achilleus ve diğer hepsiyle vedalaşıp çıkıyoruz meydandan. Ve tam karşımızda kale gibi duran binaya doğru ilerliyoruz. Bu binanın bir bölümü köy muhtarlığı olarak kullanılmakta iken bir bölümü ise kültür ve sanat merkezi olarak düzenlenmiş. Giriyoruz içeriye. Güzel sanatlar konusunda her ne kadar bilgi sahibi olmasakta, burada sergilenen bazı eşyaların Troya ile değil de benim çocukluk dönemimle alakalı olduğunu görünce hem seviniyor hemde hüzünleniyorum... Mesela şu fitilli gaz lambasında hiç ders çalıştınız mı? Belki ! Ama ben çalıştım. Hatta onun duvara düşen gölgesine elinizi kolunuzu uzatıp, binbir türlü mahlukat yapıp güle kahkaha ata oynadınızmı hiç. Ve hatta yaptığınız gölgelerle kardeşlerinizi korkuttunuz mu?.. Şu duvara yaslanmış "dövene de" ağzım gözüm toz saman içinde çok binmişliğim vardır...
Buradaki eşyaların eskiliği ancak benim hatıralarım kadar eski. Yani bir çok eşya ve malzemeye aşinayım. Demek ki her ne kadar kendimizi genç görsekte, geride bırakılan yarım asırlık ömürle, artık bizde müzelik olmuşuzda haberimiz yok...

Kültür ve Sanat Evinden çıkıyoruz aydınlık açık havaya. İçimizdeki anılarla hüzünlenmiş sıkıntıyı, atıyoruz dışarı... Dikiliyoruz sanat evinin önünde, öylesine. Ve ben az önce gördüklerim karşısında tarifsiz duygularla boğuşup, bir taraftanda ne tarafa gitsek diye düşünürken, Hazan hanımla kızımın kaşla göz arası kaybolduğunu görüyorum.


Dert değil onları nerede bulacağımı gayet iyi biliyorum. Sağıma soluma bakınca tamda tahmin ettiğim gibi onları Boncukçu'nun önünde görüyorum. Bırakıyorum onları kendi hallerine. Bu durumu fırsata çevirmek istiyorum...






Troya meydanında büstleri incelerken arkada, biraz aşağıda ağaçlar arasında, bir Troya Evi olduğunu görmüştüm. Koşar adım bu eve doğru gidiyorum. İçeri adım atar atmaz açıkcası ürperiyorum biran. Sanki hala yaşayanlar vardı burada. Kısa bir duraksamadan sonra dikkatle çevreme bakınıyor ve evin üç bölüme ayrıldığını görüyorum. Sağımda bir oda, solumda bir oda. Önce sağ tarafta bulunan odaya giriyorum. Bu odada pek bişey yok ve oldukça küçük. Fazla oyalanmıyor diğer odaya geçiyorum hemen. Bu oda diğerine göre daha büyük ve daha aydınlık. Odada dikkatimi çeken ilk şey tavanda bulunan pencere oluyor. Tam altına denk gelen yerde ise bir ateş yakma ocağı. Muhtemel bu tavan penceresi hem aydınlatma hemde havalandırma işlevini taşıyordu. Odada eşya olarak köşelerde birer küp ve sedir'den başka eşya yok. İkindi vaktinin batmaya meyilli güneşi, pırıl pırıl ışığı ile olduğu gibi odanın içine süzülmüş durumda. Bu odada insana negatif enerji verecek ne bir eşya ne bir cisim var. Sadece sen varsın... Şu anda burada hissettiğim inanılmaz huzur ve enerjiyi sizlere tarif etmem imkansız... Bu evi gördükten sonra anlıyorum ki bizim evde biz değil eşyalar yaşıyormuş!.. Keşke Hazan hanım boncukçu yerine, benimle bu evi gezmeye gelse idi...



Telefon açıyor bizimkiler. Geliyorum diyorum ve buluşuyoruz meydanda. Bu arada muhtarlığın önünde bulunan Fatih Sultan Mehmet ve biraz ileride Sağlık Kabininin önünde bulunan Gazi Mustafa Kemal'in heykelleri önünde anı fotoğrafı çekilmeyi ihmal etmiyoruz. Bu iki liderin Troya'da, aynı meydanda heykellerinin bulunmasının da bir sebebi var elbette. Dünyaya nam salmış bu iki önder kendi dönemlerinde Troya savaşlarını merak ederek buraya kadar gelip gezmiş, görmüş ve incelemiş liderler olduklarını söylesem şaşırmazsınız heralde. Hatta bazı tarihçiler tarafından, Çanakkale savaşındaki Mustafa Kemal'in başarısının, Troya savaşının tüm detaylarını incelemesininde etkili olduğu söylenmektedir...



Saat neredeyse 5'e geliyor. Saatler nasıl geçmiş anlamıyoruz. Fantastik bir romanın içinde geziniyormuş gibi şimdiki zaman durmuş, geçmiş alemin içinde bir o tarafa, bir bu tarafa savrulup duruyoruz. Allah'tan karnımızda çalan zil sesi ile gerçek hayata dönüyoruz. Evet acıkıyoruz. Ama köyde değil, yolda Hazan hanımın gelirken gördüğü ve bir türlü aklından çıkaramadığı kuzu çevirmeciye gideceğiz...

Tekrar yollardayız. Ezine'yi ve Geyikli yol ayrımını geçiyor, Ayvacık'a doğru devam ediyoruz. Aslında zamanımız kısıtlı olmasa idi bugün benim aklımdan, Geyikli ve Bozcada geçiyordu. Ama maalesef kızımızın yarın okulu var. Yani vakitlice evimizde olmalıyız...




Ayvacık'ta Öğretmenin yerindeyiz. Burası yol kenarında, Kızılçamlar arasında harika bir yer. Ama burayı uzun uzadıya anlatmaya niyetim yok. Bakın neden... Tesise geldiğimizde bizden başka müşteri yok. Bizde bomboş olan salonda kendimize manzaralı bir masa seçip, oturuyoruz hemen. Yemekten önce geliyor salatalar, yoğurtlar. Tabi açız, dayanamıyoruz her Türk evlâdı gibi yemek gelmeden, yumuluyoruz salata ve yoğurda. Ama ağzımıza henüz ilk lokmaları atmışken hemen önümüzdeki masaya, yanlarında 7-8 yaşlarında tam dört çocuk olan iki aile gelip oturuyor. Şimdi, "Eee, ne var yani bunda. Herkes istediği yere oturur." diyorsunuz belkide, değilmi. Çok şey var dostlarım, çok şey. Adamlar daha oturur oturmaz kadınlı erkekli hepsi birden dingonun ahırındaymışçasına sigara yakmasınlar mı !.. İşte bizim keyfimiz anında kaçıyor. Hemen garsona söylüyoruz, kibarca ikaz etsin diye. Garson da demez mi burada sigara içmek yasak değil diye. Haydaa. Al başına belayı. İş başa düşüyor tabi... Önce Hazan hanım tarafından garsona bir güzel fırça atılıyor, arkasından ben önümüz de oturan hödüklere kabaca kapalı mekanda sigara içmenin yasak olduğunu, sigaralarını söndürmelerini söylüyorum... Açıkçası tek bir kelime etmeden hepside söndürüyorlar sigarayı ama bizimde keyfimiz kaçıyor. Hem işletme sahibinin kifayetsizliğine, hemde yurdum insanının hala küçücük çocuklarının yanında dahi fosur fosur sigara tüttürmelerine akıl sır erdiremiyoruz. Bozulan haleti ruhiyemizden midir yoksa gerçekten ustanın beceriksizliğindenmi bilemiyoruz ama önümüze gelen hayatımızdaki en lezzetsiz kuzu çevirmenin ucundan, çimtinip kalkıyoruz...

Saat 19;00. Akçay'a geliyoruz ama hemen eve gitmiyoruz. Bizim aile dostumuz, kızımın ise bebeklik arkadaşı Aslı Melek'in babası, epeydir hasta... Son günlerde ziyaret için ne zaman haylansak hep bişey çıkmıştıda bir türlü ziyarete gidememiştik. Bugün onuda ziyaret etmek istiyoruz... Gidiyoruz eve. Hastamızın, kendini yorgun hissettiği için diğer odada yattığını öğreniyoruz. Olsun, önemli olan yakınlarına da moral vermek değil miydi. Konuşuyoruz bi hayli sağdan soldan. En çokta hastamızdan. Tekrar geçmiş olsun dileklerimizle, ayrılıyoruz yanlarından. Eve gelirken arabada Hazan hanıma, "Benim içime sinmedi, yarın bir daha uğrayalım, olurmu!" diyorum...

Evet, yarın bir daha gidiyoruz, Aslı Melek'in babasına. Ama onu maalesef yine göremiyoruz ve bundan sonrada göremiyeceğiz... Uğurluyoruz onu ebedi istirahatgahına... Işıklar içinde uyu, ruhun şad olsun Orhan abi...

SON SÖZ...
Bu hafta dostlarımızın haftası olsun, onlarla bir olalım istedik. Biz Turanlar (kızımın yakıştırması ile Turingler) zamana ve bir plana bağlı kalmadan bir pazar sabahı düştük yollara... Dostlarımızı ziyaret edip, hüzünlerine ortak olmaya çalıştık. Elimizden bişey gelmesede acılarına ortak olsun diye yüreğimizin yarısını bıraktık ta ayrıldık yanlarından... Kelebekleri görüp, hayatın çok kısa ve her anının çok değerli olduğunu anladık. Hayatın aslında ne dün nede yarından ibaret olmadığını, aslonanın bugün olduğunu öğrendik... (Sakın yanlış anlaşılmasın. Burada bugün derken kastım, şiirdeki gibi tek bir günden bahsetmiyorum. Ne kadar yaşarsak yaşayalım yine insanî ve ahlakî erdemlerimizden ödün vermeden, severek, sayarak, iyi günde kötü günde hep birlikte ve daima hayata gülümseyerek bakılan zamanı kastediyorum.)

Bize zamanın nasıl geçtiğini unutturan arkeo köy kimliğine bürünmüş Tevfikiye'nin sokaklarını arşınlayıp, Troya'nın ruhunu yaşadık bugün... Yeni lezzetler(?) keşfedip, tipik yurdum insanlarıyla tanıştık... Yüzlerce kilometre yol katetdik bugün... Ama en önemlisi biz Turingler el ele, kol kola, gönül gönüle hep birlikte yaşadık bunları... Ve sadece bugün değil daima yanımda olan sevgili eşim Hazan hanıma ve biricik kızıma sonsuz şükranlarımı sunuyorum...

Murat Turan-2019