İzleyiciler

8 Eylül 2020 Salı

BURHANİYE YAYLALARI (06.09.2020)



KURUCAOLUK- YAYLACIK YAYLALARI (06.09.2020)

"Dörtnala gelip Uzak Asya‘dan
Akdeniz‘e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim. N.H."


Bugünlerde havalar çok sıcak, çook. Kuzey Ege Sahilleri ateşten bir top adeta, yanıp kavruluyor. İnsanlar akın akın sahilde, plajda. Sosyal mesafe izolasyon hak getire, Korona desen pusuda...

Her defasında, ne yapmalı ne etmeli, yine nerelere kaçmalı derken, bir bakmışız yine yayla yollarındayız. Evet, tam üç haftadır, Madra dağının püfür püfür esen serinliğinde, o yayla senin bu yayla benim dolaşıp duruyoruz...

Geçen hafta Madra'ya tek başıma çıkmışta, Kırtık, Sinekli ve Gölcük yaylalarını, birbirine bağlamıştım adımlarımla. Ve bu hafta sıra, Kurucaoluk ve Yaylacık yaylalarında... Üstelik yanlız da değilim, bu sefer...


06.09.2020, Pazar...

Bağ evindeyim ve bu sabah ta erkence kalkıp, gündelik işlerimi tamamlıyor ve başlıyorum her zamanki yol arkadaşım Suat abiyi, beklemeye... Gündelik işler derken, uzun uzadıya yazmıyorum bunları. Çünkü sanırım bu işlerin neler olduğunu, biliyorsunuzdur artık...

Her neyse anlamayanlar bir önceki yazılarımı okusunlar diyorum, sizlere. Çünkü tamda şimdi Suat abi, bahçe kapısından giriveriyor içeri...

Hoş beş derken, malzemelerimizi arabaya atar atmaz, düşüyoruz yollara... Yol boyunca rota hakkında konuşup duruyoruz. Acaba Karadere köyü üzerinden mi yaylalara gitmeli yoksa Kurucaoluk köyü üzerinden mi? Velhasıl yeni rota, yeni keşif ve bilinmeyenin bizde uyandırdığı heyecanla arabanın yönünü Kurucaoluk köyüne çeviriyoruz...


Ve çok sürmüyor, göz açıp kapayıncaya kadar, sarı çizgili asfalt yolun sonunda köye varıyoruz.

Köyün içinden geçip gitmeden önce köylüden, yayla yolu ve mesafe hakkında, biraz bilgi almak niyetindeyiz. Bunun için arabamızı camiinin hemen biraz ilerisine park edip, iniyoruz aşağı. Ve hemen önümüzdeki sokağın başında, arabasına yük bindirip indiren bir köylünün yanına yaklaşıp, selam veriyoruz en sevecen ses tonumuzla... Ve istediğimiz tüm bilgileri aldıktan sonra ayrılıyoruz yanlarından, kolaylıklar dileyerek...



Köyden ayrıldıktan sonra arabayla, neredeyse 5 km kadar daha tırmanıyoruz tepeye doğru. Ve bir sayanın hemen altına, yolun kenarında genç bir çınarın yanıbaşına bırakıveriyoruz arabamızı. Buradan başlayacağız yürümeye.



Ama önce hemen yolun karşısında gürül gürül akan sesi ile bizi yanına davet eden, şu suyun tadına bakmalıyız önce... Ohhh!. Ne soğuk ve de ne lezzetli su, bu... Oo, şuraya da bakın. Bir armut ağacı. Ben de diyorum bu yalağın içindeki armutlarda nereden gelmiş. Çok mutluyuz. İşte şimdiden yaylalar, o muhteşem nimetlerini bize sunmaya başlıyor bile...



Sat 11;00. Çocuklar gibi şen ve mutlu düşüyoruz yollara. Yürüyoruz önceleri bir tarafı çınar, diğer tarafı kızılçam toprak orman yolunda.




Yollarımız hep kıvrım kıvrım, tırmandıkça tırmanıyor, her kıvrımda neredeyse mavi gökyüzüne dokunacakmışçasına yükseliyoruz. Bir süre sonra çınarlar yerini, bütün güzelliği ile tamamen kızılçamlara bırakıyor.


Manzara o kadar muhteşem ki. Dilimiz tutuluyor bir an. Durup durup, yeşil kızılçamlar arasından taaa uzaklara bakıp, maviliği gökyüzünün maviliğine karışmış denizi seyreyliyoruz, öylece...


Yükseldikçe seyrekleşiyor orman, göğün maviliğine doğru uzanan tek başına ağaçları gördükçe, ustanın şu eşsiz dizeleri dilimizde, manzaranın tadı ballanarak katlanıyor dimağımızda, birden bire...

"Yaşamak! Bir ağaç gibi tek ve hür.
Ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…N.H”



Mutluyuz, yürüyoruz kâh hızlı hızlı, kâh aheste aheste... Bir kaç kamyonet gelip geçiyor yanımızdan. Kimisi duruyor hemen yanıbaşımızda, üç beş kelam edecek kadar. Yüzleri kir pas içinde ama hep güleç ve mutlular, belli ki bu güzel topraklarda, en az bizim kadar...

"Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim...N.H."





Öyle bir sohbet içindeyiz ki ve öyle bir yoldayız ki, zaman nasıl geçiyor, kilometreler nasıl bir bir geride kalıyor, anlamıyoruz hiç birşey. Birden önümüze bir kulübe çıkıyor. Etrafta kimsecikler yok. İlerliyoruz biraz daha ve karşımıza, arkası boydan boya binbir çeşit sebze ekili bir bostanı, ile tuğladan örme bir kulube daha çıkıyor.
Yemyeşil bostanın en uzak köşesinde, sebze toplayanlar var. Kulübenin içinden ise çocuk sesleri geliyor kulağımıza. Yaklaşıyoruz kulübeye. Ve gür sesi ile sesleniyor, kapıdan içeriye doğru Suat abi. Sese karşılık hemen bir kadın çıkıyor kulübenin açık olan kapısından. "Buyrun abey, hoşgelmişsiniz diyor. Bu yaylanın Yaylacık olup olmadığını soruyoruz. Evet diyor burası, Yaylacık yaylası. Teşekkür edip, düşüyoruz yeniden yollara...



 

Bahçelerin bostanların yanıbaşından yürüyor, yürüdükçe yolun sağına soluna serpiştirilmiş bir kaç ev daha görüyoruz. Bu yaylanın evleri birbirine oldukça mesafeli ama bostanı, cevizi bol olan bir yayla. Yollara sarkan ceviz ağaçlarının altından geçip çıkıyoruz yayladan.



Şimdi kızılçamlar arasında bir yolda yürüyoruz. Ve yolumuzun solunda biraz aşağıda, bir çeşme görüyoruz. Hemen iniveriyoruz yanına. Suyu az ama soğuk akıyor. İçiyoruz doyasıya ve dolduruyoruz şişelerimizi. Konumu şahane, oldukça yaşlı devasa dört beş kızılçamın gölgesinde, tam dinlenmelik bir yer. Fazlaca oyalanmadan düşüyoruz yeniden yolumuza.




Ve çok sürmüyor ağaçların gölgesi yerini çıplak toprak yola bırakıyor. Artık kıvrıla kıvrıla iniyoruz, çıplak araziden. Yol boyunca etrafı tel çit ile çevrilmiş, hep bir nizam içinde dikili Fıstık çamlarını görmek mutlu ediyor bizi.





Yürüdükçe karşımızdaki boz tepelerin aşağılara doğru yeşerdiğini, kavakların boy boy yükseldiğini görüyoruz. Kurucaoluk yaylası orası olmalıydı. Ve yolun vadiye doğru tepeden bakan yerine geldiğimizde, yeşillikler içinde kırmızı kiremitli çatılarıyla evleri görünce, yanılmadığımızı anlıyoruz. Bu yayla şimdiden içine alıveriyor bizi.

 
Bi çırpıda tepeden aşağı inip, dalıyoruz sokaklarına. Daha ilk evin köşesinde, yere oturmuş üç yaşlı kadının hoş geldin nidası ile karşılaşıyoruz. Nerden gelip nereye gittiğimizi soruyor içlerinden kulağı duymayan. Taa Kurucaoluk'tan beri yürüyerek geldiğimizi duyduğunda ise hayretle yüzümüze, "siz delimisiniz" dercesine, bakakalıyor... (Bizimle o kadar içten konuştular ki güvenlerini sarsmamak için fotoğraflarını çekmedik.)



Tam onlardan ayrılıyoruz ki bisikletli iki çocuk yolumuzu kesiyor. Onlarda bize hoşgeldin diyorlar. Bizde sohbet ediyoruz bir süre, bu genç delikanlılarla. Okuldan, yayla hayatından ve bize kafa tutarak havlayan minik köpeklerinden...



Ve sonra köprüden geçip, camiinin hemen önünde, bir ağacın gölgesinde oturan insanların yanına geliyoruz. Selam verip selam alıyoruz. Onlar bize, ama en çokta biz onlara sorular sorup duruyoruz. Misal Karadere Şapkalı Çeşmeye giden yolu soruyoruz. Kışın yaylada kalan olup olmadığını ve en önemlisi yol boyunca gördüğümüz fıstık çamlarını soruyoruz onlara. Fıstık çamlarını ilgili bakanlığın teşvikiyle diktiklerini ve bu işi önemsediklerini öğrenince, bir kez daha mutlu oluyoruz. Niye derseniz, fıstık çamı demek ekonomi demektir. Yerel halkın kalkınması, yerine yurduna sahip olması demektir... Bu girişimlerinden ötürü tebrik ediyoruz onları ve ayrılıyoruz iyi temennilerle yanlarından...




Saat neredeyse öğlenin 12 buçuğu. Mola için henüz erken. Molayı, gelirken soğuk sularından içtiğimiz, Yaylacık çıkışındaki kızılçamlar altındaki çeşmede vermeyi kararlaştırıp, düşüyoruz dönüş yoluna. Ve yeniden, hep bir nizam içinde dikili fıstık çamlarının yanından geçip, mavi gökyüzüne doğru hafif bir rampa tırmanış sonrası, çok geçmeden varıyoruz çeşmeye...



Saat 13;15... Yakıyoruz hemen ateşimizi ve koyuyoruz üzerine çay suyumuzu... Burası gerçekten huzur dolu bir yer. Çaylarımızı içiyoruz her zamanki gibi kâh sessizce, kâh eşsiz bir sohbetle...


 

Bugün ne yorulduk ne de terledik. Belkide bunun içindir ki çaylar biter bitmez toparlanıp, tekrar düşüyoruz yollara...Çok kısa bir rampa çıkışı sonrası, saman yüklü bir kamyonetin tozu dumanı içinde, geliyoruz yeniden Yaylacık bostanlarına.




Yaylanın hemen başında, sabah gelirken gözümüzden kaçmış bir ayva ağacı karşılıyor önce bizi. Sonra ceviz ağaçlarının gölgesinde, bostanları seyrede seyrede yürüyoruz. Suat abi bir bostandan henüz yeni toplanmış domateslerden satın alırken, bende böğürtlen çalılarına dalıyorum... Ohh mis gibi. Giderken gözüm kalmıştı sabah. Ama nedense durupta bir tanecik bile yiyememiştim...



Yaylacık yaylasını da çıkıyoruz. Artık manzaranın en şahanesi olan yoldayız. Durup şöyle son bir kez seyretmeliyiz sıra sıra tepeleri, tepelerin ardından ovaları ve denizi...




Sabah nasıl kıvrıla kıvrıla çıktı isek şimdide kıvrıla kıvrıla iniyoruz. Yolun bence en rampa yeri burası. Ama en güzel yeride burası. Bu güzel yol içinde neşe içinde yürürken, bir taraftanda sağdan soldan, aklımıza ne gelirse her telden ama en çokta çocuklarımızdan, eğitim ve gelecekten konuşup duruyoruz...


Ve birde bakmışız arabamızın yakınındaki, sabah buz gibi sularından içip, başucundaki armutlarından yediğimiz çeşmenin yanıbaşındayız...



Önce yıkıyoruz kir toz içinde kalan ellerimizi yüzümüzü, çeşmede. Ve sonra kana kana sularından içip üzerine birer dağ armutunu indiriyoruz midelerimize... Mmm... Şahane...

Saat 15;10. İşte şuracıkta bizi bekliyor arabamız. Haydi bakalım artık evlerimize gitme zamanı...

SON SÖZ...
Bugün Madra dağında daha önce hiç görmediğimiz, bilmediğimiz iki yaylanın keşif yürüyüşündeydik. İnişli çıkışlı, tam olarak 14 km yol yürümüşüz. Ama bırakın yorulmayı, terlememiştim bile. Peki tepede güneş, onca yol yürüdüğümüz halde, nasıl böyle bişey olmuştu. Nasıl olacak arkadaş, yayla burası yayla... Rakım 800'lerde, rüzgar püfür püfür. Senin en babayiğit kliman halt etmiş yayla havasının yanında... Biz boşuna mı kaçıyoruz ovalardan dağlara... Boşunamı yaylalar yaylalar türküsünü çığırıp, yayla yayla dolaşıyoruz, arkadaş...

Yaylalar candır... İnsanıyla, hayvanıyla, ağacı, suyu ve bostanları ile hayattır, hayat...

Bugün yayla yollarında beraber yürüdüğüm, ekmeğimizi bölüşüp, sohbetleri ile günümüzü renklendiren Suat abiye çook teşekkür ediyorum...

Not; Bu yazıda kullanılan toplam 41 adet fotoğraftan, 32'nci fotoğrafın çekimi Suat Yalıç'a ait olup, diğer fotoğraf çekimleri bana aittir. İçinde insan figürü olmayan tüm manzara veya doğa fotoğraflarını alıp kullanmak serbesttir...


( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )

Murat Turan - 2020