İzleyiciler

25 Şubat 2019 Pazartesi

HANLAR KAVSARA YOLU (24.02.2019)


HANLAR KAVSARA YOLU (24.02.2019)

Neye niyet, neye kısmet. Güya bu hafta cennet memleketimizin bir başka köşesini, geçmişten bugüne bıraktığı izlerini sürerek, tanık olduğumuz şimdiki zamanını anlatacaktım sizlere... Ama nerdeee... Bırakmadı ki kar ve de beraberindeki şiddetli rüzgarlar... Olsun dedik, bir hafta sonra gideriz dedik. Ve çevirdik yine yönümüzü Kazdağlarına...

Körfez Doğa Sporları Grubu bu haftaki etkinliğini, Sivri Tepe tırmanışı olarak belirlemişti. Ama Cumartesi gününden itibaren yağan yoğun kar yağışı ile maalesef bu tırmanışta çok riskli ve tehlikeliydi. Eee!.. Ne yapalım şimdi. Kar yağıyor diye evlerimize mi kapatalım kendimizi, yoksa gidip kafeterya köşelerinde pişpirik oynayıp dedikodumu yapalım. Geçin anam babam, bir kalem geçin bunları... Zaman öldüren oyunlar, dedikodular ve dumanaltı kapalı mekanlar bize göre değil... Sivri Tepe olmazsa, dümdüz yolu ile Hanlar'dan Kavsara var, Kavsara'dan Karpuzçatlatan var. Yani güle oynaya, kolay ve eğlenceli bir parkur bizi bekliyor orada... İşte böyle düşünüyor Erhan bey. Ve değiştiriyor hava muhalefeti sebebine binaen "Sivri" tırmanışını, "Kavsara Karpuzçatlatan" yolu ile...

24.02.2019, Pazar...
Dün geceden itibaren korkunç soğuk var. Dış ortam sıcaklığına duyarlı ev kalorifer sistemi, harıl harıl çalışıyor. Sabaha kadar rüzgarın uğultusu ve ağaçların hışırtısı ile sık sık uyanıyorum. Bu hafta uykusuzluk benim kaderim oldu. Önce bize çok yakın olan, Ayvacık merkezli deprem sonrası tedirgin geçen geceler, sonrasında gürültülü fırtınalı geceler...
Her şeye rağmen kalkıyorum, sıcacık yatağımdan... Dışarıdan gelen rüzgarın sesi ile dağların ne kadar soğuk olabileceğini tahmin etmeye çalışıyor ve ne giyeceğime karar vermeye çalışıyorum. Aslında buralar böyleyse, dağların nasıl olduğunu tahmin etmek hiçte zor değil. Her şeye rağmen kat kat ve hafif giysiler giymeye karar veriyorum. Hafif birşeyler atıştırıp, çıkıyorum evden...


Saat 08;35. Edremit'teyim. Buluşma yerine geldiğimde etrafta kimsecikleri göremiyorum. Açıkçası biraz geç kalmış olmama rağmen, yinede erken gelenin ben olduğuma seviniyorum. Çünkü ömrüm boyunca her ne kadar bir çok kez bekletilsemde, bekletmeyi asla sevmem...

Beklerken boş durmuyorum bende. Hemen yanıbaşımdaki fırından sıcacık bir ekmek alıp, çantama atıyorum...


İşte geldi arkadaşlarımda. İki araçtan öndekine 6'ncı kişi olarak biniyorum. Anlayacağınız arkayı dörtlüyoruz. Şekilden şekile girerek herkes münasip yerinin bir kısmını, koltuğun bir tarafına iliştirerek, düşüyoruz Hanlar yoluna... Çamcı köyünü geçip Gülsüm Ana'ya geldiğimizde, yolların tamamen buz ve karla kaplı olduğunu görüyoruz. Tereddüt ediyoruz, devam edip etmeme hususunda. Duruyoruz yolun sağında, iniyor Erhan bey gidiyor arkadan bizi takip eden ikinci arabaya. Devam edip etmeme konusundaki müzakereden, devam etme kararı çıkıyor...


Çıkıyoruz tekrar yola. Dikkatli ve çok yavaş, düşük viteste ilerlemeye çalışıyoruz. Çevremizdeki beyaz güzellik, bizi şimdiden içine almış, heyecanlandırmaya başlamıştı. Yolda bizden başka kimse yok desem abartı olmaz heralde. Şu yola ve havaya bakınca dışarı çıkana deli deseler yeridir. Evet belki de bizler, birer deliyiz. Doğayı delicesine seven deliler...




Saat 09;30. Ve Hanlar'dayız. İniyoruz araçlardan. Yer gök, ağaçlar, her yer bembeyaz. Sabahın tüm soğuğu yüzümüze vuruyor. Ama yüzümüzdeki tebessümü etkilemiyor bu soğuk. Herkesin heyecanı yüzünden okunuyor... Ve bir misafirimiz var veya bize hoşgeldin diyen evsahibimiz mi demeliyim, acaba. Dostane bakışları ve sıcakkanlı yaklaşımı ile içimizi ısıtan bir köpek. Halinden belli ki çok aç. İşte hemen çıkarıyorum, onun için sabah fırından aldığım ekmeği... Nasılda yiyor. Ekmek almak, sabah son anda aklıma gelmişti. Buralar piknik yerleri. Ama bugün buralar kar kış, gelen giden pek olmaz. Ve köpekler aç kalır diye...



Kuşanıyoruz çantalarımızı, herkesin elinde bir baton. Başlıyor karlar içine doğru, yürüyüşümüz. Bu yolu iyi biliyoruz aslında, toprak bir yoldur ve aynı zamanda araçlar içinde güzel bir yoldur. Ama şimdi her yer bembeyaz, yol yok, iz yok. Tam onbir kişi ve iki köpek dalıyoruz bodoslama beyazlar içine. Baldırlarımıza kadar karın içinde, tek sıra halinde... İkinci köpek bi hayli cüsseli bir çoban köpeği. Boğazında tasması var, bakımlı ve belli ki bir sahibi var. Bizi sevmiş olmalı ki oda bizimle yürüyor...






Kar gittikçe diz hizamıza ve bazende belimize kadar geliyor. İlerlemek çok yorucu. Yol rüzgarında etkisi ile oluşan kar birikintilerinden yürünmez hal alıyor. Giriliyor sol taraftan çamlık içine. Ama nafile kar derinliği değişmediği gibi, aniden bir kar çukuruna düşme, çantalarımızın ağaç dallarına takılmasıda cabası. Düşe kalka tekrar yola çıkıyoruz. Önden giden iz açıcının halini düşünün birde. Ben bir süre arkadan yürüyorum. Yanlış anlamayın, benim derdim güzel fotoğraf kareleri yakalamak. Ama en önde giden Kenan beyin bi hayli yorulduğunu düşünüyor, gönüllü olarak hemen öne geçiyorum...



Ve başlıyorum diz boyu karda adım atmaya. Bir kere şunu bilinki adım atamıyor, ancak bacağınızı öne doğru sürüklemeye çalışıyorsunuz. Karda bir taze, tane tane, pamuk gibi yumuşacık... Bu arada köpeklerden cüsseli olanı en önde, diğeri en arkada bizimle yürümeye devam ediyor. En önden giden köpek zorlukla yürümeye çalışıyor, bazen kara saplanıp kalıyordu. İşte o anda geriye dönüp masumane bir bakışla bizi, bizim yardımımızı bekliyordu. Açıkçası bizde artık yürüyemez hale gelmiştik. Kar neredeyse bel hizamıza gelmeye başlamıştı. Bir kaç kilometre ya gelmiştik yada gelmemiştik. Daha önümüz de kilometreler vardı. Ama gelin görün ki durumumuz pek içi açıcı görünmüyordu... Haydaa...Yinemi, be birader!.. Yahu nedir bu böyle...Geçen hafta At Kayası'nın hayal kırıklığına bu haftada Kavsara- Karpuzçatlatan ekleniyordu. Gerçi buralara öyle bir tutkum mutkum yok ama işte yarım bırakmak, ruhumuza aykırı be kardeşim...



Belimize kadar kar içerisindeyiz. İlerlemek mümkün değil. Dönüyoruz... Dönüş yolumuz açılan izlerden çok daha kolay ve neşeli oluyor. Koşturuyorum, önde köpek arkada ben, yumuşacık karlar üzerinde...


Bu gün ne olursa olsun dağlardayız ve mutluluktan uçuyoruz adeta...


Saat 10;30. Ve başladığımız yerde, Hanlar'dayız. Gördüğümüz tek şey karları küreyen bir iş makinası. Halbuki bugün pazar ve şimdiye kadar buraların çoktan, dolup taşıyor olması gerekiyordu. Açıkçası ben bu durumdan oldukça memnunum. Sakın yanlış anlaşılmasın. Kendi adıma değil, doğa adına. Çünkü burada bugün cayır cayır ateşler yakılmayacak, etraf toza dumana bulanmayacak, çevreye çöpler saçılmayacak...

 
Bugünkü kısa yürüyüş, daha doğrusu yürüyemeyiş bazı arkadaşlarımızı kesmiyor. Kar yoğunluğu daha az bir bölgeye gidip, orada yürümeye karar veriliyor... Ben pek istekli değilim. Ama bu isteksizliğim yorgunluk veya bıkkınlıktan değil, çok terli olmamdan kaynaklanıyordu. Gerek diz boyu karda iz açmak, gerekse köpekle koşturmak beni bi hayli terletmişti. Yapacak bişey yok, çoğunluğun kararına uymaktan başka...


Biniyoruz araçlarımıza. Gidiyoruz Edremit yönüne doğru. Kumluca Orman Evine geldiğimizde duruyor, iniyoruz araçlarımızdan. Evet buralarda nisbeten daha az kar, ama inanılmaz rüzgar var...




Burayı hatırlamış olmalısınız. Hani geçen hafta At Kayası tırmanışı içinde buradan başlamıştık yürüyüşe. Hah!. İşte o yoldayız. Vuruyoruz beyazlar içindeki, Kızılçamlar arasına. Çok sürmüyor yola devrilerek boylu boyunca yatan ağaçla karşılaşıyoruz, tekrar. Artık bir tanışıklığımız var. Selamlaşıyoruz birbirimizle. Hemen biraz ilerisini, boylu boyunca yatan üç kardeşini gösteriyor hüzünle bize... Bugünlerde buraların rüzgarı, bir deli esiyor...


Yürüyoruz tek sıra, rampa yukarı. Konuşmak yok herkes sus pus. Kar çok az. Ama rüzgarla tozak tozak, yüzümüze gözümüze çarparak, kendini unutturmuyor... Nasıl oluyorsa daldan dala konan, minik bir kaç kuş görüyorum. Bu havada onları hareket halinde görmek, şaşırtıyor beni. Çıkardığı sesler cılız bir ciklemeden ibaret. Halbuki güzel havalarda, uzun uzun nağmeli ötüşleri ile nasılda coştururlardı ruhlarımızı... Ama olsun. Tüm güç şartlara rağmen, vatanlarını terketmeden yaşam mücadelesi veren bu kuşları görmek, yinede çok güzel. Ama bizim için güzel olan bu cılız ciklemeler, belkide kuşların bu karlı ve rüzgarlı havadaki çaresizliğinin sesiydi... Kimbilir!..


Nedense kış mevsimini ezelden beri, hep enteresan bulmuşumdur. Bi kere bana göre mevsimlerin en karakterlisidir. Geleceği ve gideceği zamanı çok iyi bilir. Lütfedip kar yağdığında bütün pislikleri kapatır, rengiyle masumiyeti ve sevgiyi sokar gönüllere, yumuşacık dokunuşları ile alır içine insanı, müsaade eder üzerinde yatıp yuvarlanmaya, mutluluktan uçmaya, kaymasını bilene yağ gibi yol olur, çoluk çocuğa kardan adam, büyüklere karda sucuk ekmek olur... Ve toprak anaya bolluk, çiftçiye bereket olur...


Sakın bu yazılanlardan kış mevsimini çok sevdiğim vede buna istinaden torpil yaptığım anlaşılmasın... Beni bilenler bilir. Kışı ve soğuğu pek sevmem. Ama bilirimki toprağın, ormanın ve tüm yabanıl hayatın, karın suyuna, bereketine çok ihtiyacı vardır... Allah'a şükürler olsun ki bu sene topraklar kara doydu, neredeyse Kasım ayından beri sürekli kar yağdı... Kazdağlarında bu bahar bir başka, yaz ise bambaşka olacak dostlar...

Konu yine dağıldı değilmi, dostlarım.. Ama elimde değil ne yapayım. Karda kışta yürürken minik kuş dostlarımızdan ve kış mevsiminin erdemlerinden bahsetmeden olmazdı...


Haa, birde rüzgar konusu var. Belki yine konu dağılacak ama şu ana kadar öyle bir rüzgarda yürüyoruz ki şimdi sizlere bu rüzgârı anlatmasam her şey eksik kalır. Ama en iyisi yazı yerine bir video görüntü ile durumu aktarayım sizlere. Hem sıkılmamış, hemde olayı birebir yaşamış olursunuz...


Yürüyoruz rüzgara karşı. Arkadan gelen belli belirsiz bir ses ile duruyor, dönüp arkamıza bakıyoruz. Zeki bey ayağını göstererek "tabanım düştü" diyor. Erhan bey espiri ile karışık "bak sen şu tabansıza" diyor. Gülüşüyoruz. Ama dağ başındayız ve arkadaşımızın derdine çare olmak gerek... Bakınca botun tabanının olduğu gibi ayrılmış olduğunu görüyoruz. Dağın başında başka bir ayakkabı bulacak halimiz yok ya. Hemen Kenan beyin yardımı ile taban, sandalet gibi ayağın üstünden arkasından sıkıca geçirilen bir iple tekrar bota bağlanıyor... Hadi bakalım, yürümeye devam...


Belli bir hedefimiz yok. Keyfimize göre yürüyoruz. Ama artık yeter diyor, dönmeye karar veriyoruz. Bugün doğa ana ile yeterince haşir neşir olmuştuk... Şimdi bişeyler yeme zamanı. Ama bu rüzgar ve soğukta, buralarda ateş yakmak neredeyse imkansız... Adres kafamızda belli, adımlarımızı hızlandırıyoruz. İşte arabalarımız orada. Her bir dakikası dolu dolu, yaklaşık 40 dakikalık bir yürüyüş olmuştu, bu ikinci yürüyüş...


Biniyoruz araçlarımıza ve hoop Çamcı köyündeyiz. Erhan beyin tanıdığı dost birinin bahçesinde yakıyoruz ateşimizi, koyuyoruz çay suyumuzu. Çıkarılıyor masaya, kim ne getirdiyse. Yiyor içiyoruz afiyetle ve neşe içinde... Sonra ev sahiplerimize çokca teşekkür edip, güler yüzle uğurlanıyoruz köylerinden...

Her zamanki gibi Edremit'te vedalaşıp, ayrılıyorum arkadaşlarımdan... Ben evime, onlar Güre'nin kükürt kokulu sıcak kaplıcalarına...

SON SÖZ...

Bugün Kazdağlarının geçit vermez karlı patikalarında, karlı tozaklı delice rüzgarlar dostumuz oldu. Ve uğuldadı kulaklarımıza Edremit'in (*) şairi Sabahattin Ali'nin dilinden...


" Başım dağ, saçlarım kardır,
Deli rüzgarlarım vardır,
Ovalar bana çok dardır,
Benim meskenim dağlardır.

Şehirler bana bir tuzak,
İnsan sohbetleri yasak,
Uzak olun benden, uzak,
Benim meskenim dağlardır.

Kalbime benzer taşları,
Heybetli öter kuşları,
Göğe yakındır başları,
Benim meskenim dağlardır.

Yarimi ellere verin,
Sevdamı yellere verin
Yelleri bana gönderin
Benim meskenim dağlardır.

Bir gün kadrim bilinirse,
İsmim ağza alınırsa,
Yerim soran bulunursa,
Benim meskenim dağlardır."


Hem Edremit'te yaşayıp, hemde Kazdağlarını gezdikten sonra, onu burada anmadan yazıyı sonlandırmak olmazdı sanırım...

Evet bugün Sabahattin Ali'nin doğum yıldönümü. Doğum yeri Edremit olmasada, çocukluğunun bir dönemini geçirdiği Edremit halkı hiç unutmamış onu ve meydan da bir parka oturtturmuş heykelini...

Onun ismini belki bir çok kişi bilmez. Ama severek dinlediğimiz; Aldırma Gönül, Leylim Ley ve Dağlar şarkılarının söz yazarı desem, ne düşünürsünüz acaba. Ya kısacık hayatına sığdırdığı romanlarına, öykülerine ne demeli. Mesela "Kuyucaklı Yusuf" desem, "Sırça Köşk" desem hala bir çağrışım yapmaz mı zihninizde... Olsun! Ümit ediyorum ki bu yazıdan sonra Sabahattin Ali'nin ya bir romanını, öyküsünü okuyacak yada bir şiirini mırıldanıp duracaksınız...

Bugün adını koyduğumuz parkurları tam anlamıyla yürüyemesekte, unutulmaz bir gün yaşadık. Ömrümün büyük bir kısmı, karlı ve soğuk memleketlerde geçti. Sayısız kez karlı yollarda yürüdüm, koştum. Ama hiçbirisi bugünkü kadar bana mutluluk ve umut vermedi...
Umut güzel yarınlara duyulan heyecan ve özlemdir. Bugünün heyecanını beraber yaşadığım başta Erhan, Kenan ve Burak bey olmak üzere tüm grup arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler ediyorum...

Yapılan hiç bir planın tutmadığı, mevsim koşullarına göre doğaçlama gelişen bu yolu değerlendirme puanım; 10/9

Not: Bu yazıda kullanılan toplam 33 adet fotoğraftan, 15. ve 17 fotoğraflar Erhan Çiftçi'ye ait çekim olup, diğer çekimlerin tamamı bana aittir.

Murat Turan - Akçay 2019