İzleyiciler

28 Ekim 2020 Çarşamba

CUMHURİYET'İ SARIKIZ'DA KUTLAMAK (25.10.2020)

 


SARIKIZ TIRMANIŞI (25.10.2020)


Ahh! Sarıkız, ah!.. Seni nasıl anlatmalı, nasıl yazmalı bilmem ki. İdanın kaz çobanı, türkmenlerin ereni, doğaseverlerin uğrak zirvesi, beni benden alıp ruhumu huzuran boğan 1726 rakımlı kutsal tepe... Sarıkız türbesi...

Evet sana gelmeyeli, seni görmeyeli neredeyse 1,5 yıl oldu. Affet!.. Defalarca niyetlendim ama hep bir engel çıktı. Hatta geçen hafta kapına kadar geldim de sulu sepken deli rüzgarlar koymadı yanına varayım diye. Ama artık ne olursa olsun, kavuşma zamanı...

25.10.2020 Pazar...
Bugün son derece heyecanlıyım. Balıkesir'den gelecek İda Dağcılık kulübü ile Sarıkız'a tırmanacağız.  Ve ben aylar sonra sevgiliye kavuşacak olmanın sevinci ile sabahın kör vaktinde uyanıp, hemen çıkıyorum yatağımdan... Evde hiç oyalanmıyorum. Üstümü başımı giyer giymez, sırt çantamı kaptığım gibi kendimi arabaya atıyorum. 



Çünkü, her zaman ki gibi önce bağ evine gitmeli ve köpeklerimi salmalıyım, koşturup oynasınlar diye. Sonra yemlerini vermeliyim tavuk ve ördeklerimin... 



SELAMSIZ OLMAZ...
Saat 08;20. Zeytinli'deyim. Arkadaşlarımla burada buluşacağım. Arabamı eski okulun bahçesine bırakıyorum ve yürüyerek bir kaç sokak sonra geliyorum meydana...  Ve nedense ne zaman Zeytinli'ye gelsem, ilk önce atı üzerinde ki ulu önderimiz ile Kuvayi Milliyenin yerli kahramanlarından Kazak İsmail'in helkeli karşısına geçer bir selam çakarım onlara, şehit ve gazilerimize minnetle, saygıyla... 




EKMEK YEMEZLER...
Balıkesir'den gelecek arkadaşlarımı beklerken, pandemi nedeniyle çay bahçesi yerine, meydana sırtını vermiş  bir bankta oturuyorum. Hemen yanıma önce bir kedi geliyor, epey bi sırnaşıyor ama benden karşılık alamayınca gidiyor. Sonra oldukça iri, insanlara karşı sosyal ama bir o kadarda diğer köpeklere karşı mesafeli bir kocaoğlan geliyor yanıma. Gözleri çapaklı ama sevimli. Koklayıp duruyor her tarafımı. Benimi çok sevdi yoksa ki üzerime sinmiş Alfa ile Hera'nın kokusunumu aldı bilemiyorum ama aşırı zayıf halini görünce acıyorum biranda. Ve ona ekmek vermek üzere, hemen köşedeki fırına gidiyorum. İçeri girer girmez, "bir ekmek" diyorum. Kasadaki kızcağız ekmeği raftan alıp, tam poşete koyacakken bu sefer de  " hayır poşete gerek yok, köpeklere vereceğim" diyorum.  Oda bana " abi bizim köpekler biraz sosyete, onlar ekmek yemez" deyiveriyor.  Bu söz karşısında hiç bişey demeden ekmek elimde çıkıyorum fırından ve dosdoğru köpeğin yanına gidiyorum. Islıkla köpeğin dikkatini üzerimde toplayıp ekmeği küçük parçalara bölerek bırakıveriyorum, önüne.  Fırıncı kız haklı. Koklamaya bile tenezül etmiyor. Koca ekmek elimde sokaktaki diğer köpeklere yedirmeye çalışıyorum. I... ı... Yok kardeşim, yok. Bunlar hakikaten tuhaf hayvanlar. Yahu benim köpeklere kurban olurum ben.  Ne versem yiyorlar.  Yok ben Almanım, asil bir ırkım, soyluyum sopluyum demezler...  Kuru ekmek ver yerler, meyve ver yine yerler, hatta çarliston biber, zeytin ne versen hapır hupur hop mideye gönderirler... Allah insanın olduğu kadar, hayvanında hayırlısını versin... 


09;00. Araç geliyor. Bizde biniyoruz, hiç beklemeden. Uzun zamandır görüşemediğimiz arkadaşlarımızı görmenin mutluluğu ile hoş sohbet koyuluyoruz yola... 



Bugünkü tırmanış Kızılkeçili'den olacak... Köyün içinden dağa doğru biraz ilerledikten sonra Hasanboğuldu yol ayrımında iniyoruz araçlardan... Diğerlerini bilmem ama bendeki heyecan anlatılır gibi değil.  İçim içime sığmıyor. 


İda dağcılığın etkinlik sorumlusu Ayşen hanımın,  "arkadaşlar toplanalım artık" demesi ile bir daire oluşturuyoruz hemen... Kısa bir parkur bilgilendirmesi ve tanışma faslının ardından, hiç oyalanmadan başlıyoruz yürümeye... 



BAŞLASIN YÜRÜYÜŞ...
Saatler sabahın 09;20'si. Hava bir sonbahar mevsimine göre oldukça sıcak. Gökyüzü, belli belirsiz ince bir beyaz bulut tabakası ile kaplı olmasına rağmen, oldukça mavi. 


Ve biz, hepimiz içimizde büyük bir coşku ile atıyoruz adımlarımızı. Önce zeytinlikler, sonra kızılçamlar arasından tatlı bir rampa tırmanışı ile ve birazda hızlıca yürüyoruz.


Taa ki zeytinliklerin bittiği o keskin dönemeçin ordaki çeşmeye kadar. Daha yolun başında olmamıza rağmen herkesi bir hararet basmış olmalı. Çeşme başına geçen önce elini yüzünü yıkıyor ve sonra şişesini doldurup, lıkır lıkır dikiyor ağzına. Tabi bunda rehberimizin; " Arkadaşlar rotamız üzerindeki bu son çeşmedir. Su tedarikinizi ona göre yapınız." demesininde büyük bir etkisi olduğunu söylemeliyim... 



AMANN AVCIII, VURMA BENİ...
Zorunlu bu su molasının ardından, tekrar düşüyoruz kızılçamların arasındaki yolumuza. Ve biraz ileride, yolun tam orta yerinde boylu boyunca uzanan bir karaltıyı görünce, önce bir tereddüt ediyoruz.  Ama tabi o kadar kalabalığız ki hiç durmadan bu karaltıya doğru yaklaşınca, avcılar tarafından katledilen bir domuz olduğunu görüyoruz. Kim ne düşünür bilmem ama benim için hüzün verici bir manzara. Aslında bilirim ki dağların ve ormanların kendine has kanunları vardır. Ormanda yaşamak büyük bir mücadeleyi ve çoğunlukla da ölümü göze almayı gerektirir. Ama işin içine ateş saçan borularıyla insanoğlu girince, işin rengide boyutuda farklılaşıyor. İş çığrından çıkıp, artık zalimleşiyor her şey...


ORMAN VE DENİZ....
Bizim için hayat devam ediyor. Domuz ölüsünü ardımızda bırakıp devam ediyoruz yolumuza... Ama ilk dönemeçte duruyoruz yeniden, birden bire. Bu sefer bizi durduran ise sağımızda tüm çıplaklığı ile ayaklarımızın altına serilen, körfezin eşsiz güzel görüntüsü. Kazdağları böyledir işte.  Yürürsünüz patikalarında, farkına bile varmadan yükselirsiniz bulutlara dokunurcasına ama yinede sana ne yapar ne eder Edremit körfezinin eşsiz güzelliklerini sunar. Ve bu güzelliklerle sizleri mest ederler... Orman ve deniz, iyiki hayatımın birer parçasısınız...

Bu manzara karşısında büyülenmiş bizlere kalsa, daha dakikalarca burada kalabilirdik. Ama gitmeliyiz. Bugün Sarıkız'a, en zor rotalardan birisinden, bodoslama bir tırmanışla ulaşmaya çalışacağız. 


Onun içindir ki düz orman yolundan çıkma vakti geliyor artık. Rehberimiz önde biz arkada, vuruyoruz yolu izi olmayan yamaç yukarı. 



Yine kızıl çamlar içindeyiz. Güneşin ışıltısı ormanın içinde, gözümüzü gönlümüzü açan şahane bir parkurdayız. Neredeyse belimiz hep öne doğru eğik vaziyette,  adımlarımızı yukarı doğru atıp duruyoruz. Dakikalar, saatler geçiyor.  Anlayacağınız sürekli bir tırmanış içindeyiz. Talep üzerine kısa bir nefeslenme molası veriliyor.  Yorgunluk yok ama herkes gibi bende terliyorum. Ancak halimden son derece memnunum... 





İMZA...
Çıkıyoruz yeniden yola, pardon bodoslama tırmanmaya. Bir süre sonra kocaoğlan imzası ile karşılıyor bizi. İmzanın dumanı henüz üzerinde, kimbilir kaç dakika, kaç metre önümüzdeydi de bizi hissedince uzaklaştı. Açıkcası biraz kalabalık olmamıza rağmen şaşırtıcı derecede bir ses disiplini içerisinde yürüyoruz... 



Bitmeyen tırmanışlar, kayalıklardan geçişler ve Ayşen hanım... İda Dağcılık Kulübünü sırtlayıp götüren güçlü kadın.
Daha önceki yazılarımda ondan hiç bahsettim mi bilemiyorum ama bahsetmediysem eğer, o yazıda büyük bir eksiklik kalmıştır diye düşünüyorum. Öncelikle bugünkü Sarıkız tırmanışının, Cumhuriyetimizin 97'nci yılına atfen yapıldığını belirtmeliyim. Ve tabiki bu tırmanışın planlanmasından, gerçekleştirilmesi safhasına kadar ki tüm aşamalarında; valilik izninden tutunda, Kazdağı Milli Parklar Şefliği ile koordinasyona kadar, Ayşen hanımın olağanüstü çabalarının olduğunu belirtmek isterim... 




Hadi bakalım, düşelim yeniden yollara diyeceğimde yol iz yok ki arkadaş. Ayağımız nereye denk gelirse oraya basıyor, bıkmadan, usanmadan yürüyor, tırmanıyoruz.  Yol boyunca yeşil iğne yapraklı kızılçamlarla, yaprakları henüz kızarmaya  başlamış meşe ağaçları eşlik ediyor bize. 


Daha yükseklere doğru tırmandıkça karaçam ormanları ile mutluluğumuz daha da artıyor. Eşsiz bir coğrafyanın tam orta yerindeyiz. 



KARADİKME VE TAVŞANOYNAĞI...
Yine kayalık bir yamaçtan yatay bir tırmanışla oldukça iri bir kızılçam ağacının yanına çıkıyoruz.  Bu ağacın yanından geçer geçmez kayalık bir sırtta buluyoruz kendimizi. Olağan üstü bir manzara ile karşı karşıyayız. Tam karşımızda Karadikme, Tavşan Oynağı tepeleri, bir süre öylece etrafı seyreyleyip, alel acele bir kaç fotoğraf çekiyorum, hemencecik. Ama arkadaşlarıma yetişmeliyim. Başlıyorum bende inmeye. 


Ve aşağı iner inmez arkadaşlarımında bir nefeslenme molası verdiğini görüyorum... Yeşil bir orman denizinin içinde gibiyiz...


Bu kadar nefeslenme yeter diyoruz ve bulunduğumuz kayalığın kıyısından başlıyoruz inmeye. Ama yanlış anlamayın. Ben inme diyorsam siz 20, bilemedin 30 metrelik bir iniş anlayın. 


İSTER KAR YAĞSIN, İSTERSE Kİ...
Aslında bir sonraki tepe tırmanışı için diğer tepenin eteğine geçiş yapıyoruz. Ve geçer geçmezde başlasın yeniden tırmanışlar... Değişen bişey yok. Sıcaklık sanki artıyor gibi. Bilemiyorum belki de fazla efor nedeniyle, bizim beden ısımız artıyor. Ama bunca yıldır dağlarda yürürüm, hiç bu kadar su kaybı yaşadığımı hatırlamıyorum... Ama bugün her şeye razıyım. İster kar yağsın, isterse ki boran kasıp kavursun dağları, ovaları, beni yolumdan hiç bir şey döndüremez, bundan gayrı. Çünkü bugün artık Sarıkız'a kavuşma zamanıdır. Yeter bunca hasretlik, bunca özlem...





Sarıkız'a daha önceden gitmiş olanlarınız bilir. Kayalıktır buralar. Üzerinde değil bir çiçek, ayrık otu bile hayat bulamaz kendine burada. Ama şu anda öyle bir ormana giriyoruz ki her yer yemyeşil. Mor çiğdemler sarmış dört bir yanı... Mutlaka bir yerlerden su çıkıyor olmalı diyorum, kendi kendime. Eşsiz güzel, iç ferahlatıcı bir ormanda yürüyoruz. Şahsen kendi adıma çook mutluyum... 


BU ROTADA TEK BAŞINA...
Sanırım bugün kalabalık olmasa idik eğer, kesin bir ayı ile karşılaşma ihtimalimiz varmış. Baksanıza bir başka kocaoğlan da imzasını bırakıvermiş buraya. Anlaşılan Sarıkız'a bu rotadan tek başına gelmeyi unutmalıyım şimdilik... 



BOŞLUK...
Öyle aheste aheste yürür iken, birden çıkıyoruz ormanın içinden bir boşluğa. Saatler boyunca ağaçlar içinde yürüdükten sonra, biranda açıklığa çıkmak, afallatıyor önce bizi veya en azından beni. Sonra müthiş bir heyecan ile başlıyorum ona doğru yürümeye... 


O BİR EREN DEĞİLMİYDİ...
Artık Sarıkız'ın eteklerindeyim. İçimdeki heyecanı tarif etmem mümkün değil, sizlere. Onu en son başı dumanlı, kendisi beyaza bürünmüş karlar altında görmüştüm. Şimdi de durum farklı değildi. Başı yine dumanlı, gövdesi yine beyazdı... Yani başka ne olacaktı ki. Rivayette olsa, o bir eren, o bir azize değilmiydi ki... Seviniyorum garip bir şekilde, onu yeniden böyle gördüğüme...


Neredeyse herkes çoktan ulaştı zirveye. Bense yerime çakılmış gözüm onda, dalmışım hülyalara. Ama artık kavuşma zamanı. Başlıyorum yeniden ona doğru yürümeye,  ama bu sefer yavaş yavaş değil, hızlı adımlarla koşarcasına... Bir solukta tırmanıveriyorum zirveye. 



İADE-İ EMANET...
İlk iş al bayrağımla bir fotoğraf çekilmek oluyor. Sonra giriyorum dört bir tarafı taşla çevrili üstü açık türbenin içine. Tam birbuçuk yıl önce ondan aldığım emaneti, minnetle bırakıyorum yanıbaşına... 



CUMHURİYET'İ SARIKIZ'DA KUTLAMAK...
Bugünkü tırmanışımızın amacı, Cumhuriyetimizin 97'nci yılını Kazdağlarının en kutsal zirvesinde, Sarıkız'da kutlamaktı. Belki içinizden bazılarınız, bu duruma ne alaka diyebilir. Belki haklısınız. Ama, önyargılı olmadan önce, dilerseniz birde beni dinleyiverin. Öncelikle bizler doğa sever dağcılarız. Ee bir dağcının en sevdiği, en kutsal yerleri neresidir, peki. Tabiki dağlar ve dağların zirveleri. Peki bu zirvelerin hepsi aynı eşdeğerde mi sevilir. Tabi ki hayır. Bazı zirveler vardır ki tırmanışı ister zor, ister kolay olsun dağcılar için büyük bir anlam taşır. Ve önemli günlerde hep orada, o zirvede olmak, o coşkuyu orada yaşamak ister... İşte bugün bizim yaptığımız şey tam da bu idi...

Tam 19 Cumhuriyet sevdalısı dağcı, 1726 rakımlı tepede toplanıyoruz al bayrağımızın altında ve aziz şehitlerimiz için bir dakikalık saygı duruşumuzun ardından, İstiklal Marşımızı haykırıyoruz dağlara...

Yaşasın Cumhuriyet... Yaşasın Cumhuriyet...

Herkesin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun...


HANİ HİKAYESİ...
Neredeyse bir saattir zirvedeyiz. Ama artık gitmeliyiz. Şimdi diyeceksiniz ki bu mudur yani. Sarıkızın hikayesini anlatmadan, nereye gidiyorsun öyle. Haklısınız dostlarım, sonuna kadar haklısınız. Ama bende akıl mı kaldı. Unuttum işte. Bağışlayın. Ama isterseniz şimdi konuyu burada uzatmak yerine, gelin ben size geçen sene ki Sarıkız yazımın linkini vereyim de sizde Sarıkız efsanesini bir başka macera içinde okuyuverin. Olmaz mı dostlar... ( https://muratinayakizleri.blogspot.com/2019/03/sarikiz-09032019.html?m=1 )


HADİ O ZAMAN...
Efendim nerede kalmıştık. Ee evet, gitme zamanı gelip çatıyor neredeyse bir saattir zirvedeyiz. Başlıyoruz bir bir Sarıkız'dan inmeye. Bu sefer fazla yolumuz yok. Bizi ana yolda bekleyen aracımıza kadar, sadece bir kaç km yürüyeceğiz...


İlk önce ben ayrılıyorum, zirveden.  Ayrılıyorum derken, öyle kolay olmuyor bu ayrılık. Neredeyse adım başı duruyor, geriye Sarıkız'a doğru bakıp bakıp, elveda diyorum. Söz, bu sefer arayı fazla uzatmayacağım, diyorum...  


Ve nereden aklımda kalmış, yazarı çizeri kimdir bilemiyorum ama, şu dizeleri mırıldana mırıldana, revan oluyorum yoluma...

"Sen ateş ol, ben yanayım,
Sen yaz ol, ben ayaz kalayım,
Uzasın gölgeleri şu ışıkların
Sen tutukla ben hükümlü kalayım...." 


Saat16;10. Geliyoruz aracımızın yanına... Artık maskeler takılıyor yeniden ve düşüyoruz milli parkın çıkış yoluna.  Sabahın beşinden beri ayaktayım. Ve durmamacasına 10 km dağ tırmanmışım. Şimdi ise tıngır mıngır, bir o yana bir bu yana sallana sallana giden bir aracın içindeyim. Yol biraz daha uzasa, uyudum uyuyacağım. Nihayet bir saatin sonunda, virajlar ve yollar bitiyor da geliyoruz Zeytinli'ye. Burada iyi temennilerle vedalaşıp, mutlulukla ayrılıyorum arkadaşlarımdan...


SON SÖZ...
Bugüne dair ne söylesem nafile. Anlatılmaz yaşanır derler ya. İşte bugünde  öyle birşey. Hele öyle bir rotadan yürüdük ki bugün, hep tırmanış hep çıkış. Sarıkız'a ulaşmanın en zahmetli ve en meşekkatli yolu. Buna rağmen kan ter içinde kalışların ve susuzluktan dilin dönmediği anlarda bile, yüzlerde bin tebessüm. Herkes mutlu, ben herkesten daha mutlu... 
Bunun için bu etkinliği düzenleyen başta İda Dağcılığın yöneticileri olmak üzere, rehberimiz Güner beye, yol boyunca sohbetleri ile bugüne anlam katan Ahmet ve İsmail beyler ile genç fizyoterapist kardeşim Sertan'a çook teşekkür ediyorum...

( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )
                               
Murat Turan - 2020







19 Ekim 2020 Pazartesi

KAZDAĞI KÂŞİFLERİ İŞ BAŞINDA (16.10.2020)

 


KAZDAĞI KÂŞİFLERİ İŞ BAŞINDA; 

NİYET KARDELEN, KISMET AYIGEDİĞİ  (16.10.2020)

Bugün Kazdağlarının en ışıltılı ormanlarında, vargit çiçekleri ile bezeli kestane dolu labirent patikalarında çocuklar gibi şen, atlaya zıplaya yürürken, gördüğümüz manzaralar ve de karşılaştığımız mahlukatlarla  o kadar mutlu olduk ki anlatılır gibi değil...  Ee o zaman sözü fazla uzatmadan, buyrun bugüne, bugünkü fotoromanımsı gezimizin hikayesine...

Epeydir aklımızdaydı kardelen sayasına gitmek, çevresini keşfetmek. Ama araya hep ya bisiklet turları girdi yada yayla gezileri. Ama artık tam zamanı diyoruz kadim yol arkadaşım Suat Yalıç'la...

Her zaman olduğu gibi güne nasıl başladığımı, uzun uzadıya bu seferlik   anlatmayacağım sizlere. Çünkü yazılarımın müdavimi olanlar artık,  her sabah ne olursa olsun ilk işimin bağ evine gitmek ve orada hayvanlarımı yedirip içirdikten sonra, onlarla  biraz vakit geçirdiğimi çok iyi biliyorlar. Onun içindir ki konuyu fazla uzatmadan müsaade ederseniz bugün konuya direkt yürüyüş kısmından giriş yapmak istiyorum...

Evet efendim, işte sabahın bir vakti Gömeç'ten bağ evine gelen Suat abi ile arabamıza atladığımız gibi, düşüyoruz hanlar yoluna. Ve saatler 10;45'i gösterirken, geliveriyoruz yürüyüşe başlayacağımız Çınarlıhan bölgesine...

Daha arabadan iner inmez, yüzümüzü yalayan serin hava ile birlikte bir sevinç dalgası yüreğimizi vurup geçiyor. Özlemişiz Kazdağlarını arkadaş. Neredeyse kaç ay oldu buralara gelmeyeli. 



Hiiç oyalanmıyoruz. Sırt çantalarımızı aldığımız gibi vuruyoruz çam kokulu, kuş cıvıltılı rampa yollara.  Son iki gündür deli gibi yağan yağmurdan sonra hava açık mı açık, gökyüzü berrak mavi,  güneş ışıl ışıl. Ve bizler, ellisini devirmiş yetişkin adam görünümlü, iki koca çocuk sevinçle adeta atlaya zıplaya sek sek oynarcasına tırmanıyoruz rampaları. 



Bu yolu bilenler bilir. Bana sorarsanız, Kazdağlarının iki tarafı  kızılçamlarla bezeli, yaz kış görseli en şahane yolu bu yoldur. Biraz rampadır. Eybek, Ayıgediği, Döşemedere'ye açılan kapısıdır Kazdağlarının. Ve nereye giderseniz gidin yürüyüşe başlama noktanızdır bu yol.  Ve yüreğinizdeki ilk kıpırdanış ve sevinçlerinize sebep olanda bu yolun güzelliğidir. İşte onu içindirki daha yürüyüşe başlar başlamaz, yolun rampa olduğunu unutur bastıkça basarsınız gaza. Taaki arkanızdan yürüyen biri sizi ikaz edinceye kadar... Tıpkı bugünde olduğu gibi...



Çok sürmüyor çıkıyoruz Eybek, Ayıgediği yol ayrımına. Ama biz bugün iki yönede sapmayacağız. Çünkü biz bugün yoldan çıkacağız arkadaş. Bilinmez patikaları yolumuz yapıp, bilinir yapacağız bugün... Nihai hedefimiz Kardelen Sayası. Ama bodoslama değil, tepelerden, kayalardan geçip, bilinmeyen patikaları bilinen yollara bağlayarak ulaşmaya çalışacağız Kardelene.




Ve vuruyoruz "iyi ruhlar ormanın" içinden yukarı doğru. Şimdi diyeceksiniz ki ne "iyisi" ne "ruhu"... Evet haklısınız, bende olsam takılırdım buraya. Galiba bugün ilerleyemeyeceğiz.  Ama sakın yanlış anlaşılmasın. Ben bir polisiye roman yazarı değilim, olaya bir esrar havası vermek niyetinde ise hiç değilim. Ancak ortaya bişey atıp, okuyucumu merak içinde bırakmak niyetinde de değilim. Onun içindir ki bir iki cümle ile de olsa konuya açıklık getirmek  istiyorum. Evet buraya ne zaman gelsem, garip bir şekilde tüm kötü düşüncelerimden arındığımı hisseder, sonsuz bir huzur duyarım. Sanki ormanın bu kesimine kötü ruhlar hiç uğramamış, pandoranın kutusu hiç açılmamıştır burada.  Aslında bir ben değilim  burada huzur bulan. Çünkü kiminle gelsem buraya, gayri ihtiyari oda burada durur ve yüzünde dingin bir huzur ifadesi hipnotizma olmuş gibi, fotoğraf çekip durur... Sizde gelin sizde görün...




Güneşin ışıltısı ormanın üzerinde, kızıla kesmiş eğrelti otlarının içinde yürüyoruz.  Belli belirsiz bir patikada tatlı bir tırmanış içindeyiz. Bir kaya kütlesinin yanına geliyoruz. Ve Suat abiye dönüp, "işte buradan sırta vurursak direkt sayadayız" diyorum. Ama bizim niyetimiz bu değil. Sonuç itibariyle bugün keşif yapma niyetindeyiz. Dolayısı ile sırta sapmak yerine, bodoslama devam etme kararı ile yürümeye devam ediyoruz... 





İyiki de devam ediyoruz çünkü görselide yürümeside şahane bir patikaya çıkıyoruz. Mor çiğdemler, ormanı bir halı gibi örten güneş ışıltılı kızıl eğrelti otlarının içinde yürümek keyfimize keyif katıp, hem gözümüzü hemde gönlümüzü doyuruyor. 





Üstelik patika boyunca, bize kestane ikram eden ağaçlarda  bonus olup, neşemizi katbe kat artırıyor. Gerçi köylüler toplamış bütün kestaneleri ama yere dökülenlerden kaldığı kadarıyla, topluyoruz bizde nefsimizi köreltecek kadar... 





Muhteşem bir yolda yürüyoruz. Ve önümüz sıra bir ses duyuyoruz belli belirsiz. Sanki birileri var biraz ileride. Yürüdükçe sesler dahada yoğun gelmeye başlıyor. Ve ağaçlar arasından bir rampayı aşar aşmaz bir katır ve biraz ilerisinde de kestane toplayan sahibini görüyoruz. Uzaktan uzağa selamlaşıyor, biraz hasbihal ediyoruz. Bu arada bölge hakkında, işimize çok yarayan bilgiler öğreniyoruz. Ve ona çokca teşekkür edip tekrar düşüyoruz yolumuza.



Ve çok sürmüyor. Bir kaç yüz metre sonra Ayıgediği'ne çıkıyoruz. Buraya çıkınca o kadar çok mutlu oluyoruz ki hani vardır ya  gurbetten yıllar sonra memleketine dönen insanların tarif edilmez sevinci, işte bizimkisi de tam böyle bir şey...  Neyse kendimize geliyoruz.  Şöyle bir o tarafa bir bu tarafa gezinip bir taraftan fotoğraf çekiyor diğer taraftanda alternatifli rotamızı gözden geçiriyoruz...




Ve Ayıgediği'nde fazla oyalanmadan tekrar geldiğimiz yoldan dalıyoruz ışıltılı ormanımıza. Çok değil biraz ileriden, kızılçamlar arasında belli belirsiz bir patikadan, vuruyoruz yeniden yukarı doğru.  Bu yolu daha önce hiç yürümedik. Tamamen seziler ve de biraz önce karşılaştığımız "katırlı çoban'ın" tarifleri dığrultusunda yürüyoruz.  Ama o kadar emin yürüyoruz ki sanki defalarca bu yolu kullanmış gibiyiz. 



Ve çok sürmeden kulağımıza gelen çan sesleri ile doğru yolda olduğumuzu anlıyoruz. İşte bakın hemen üst tarafımızda bir keçi, hatta iki, yok yok daha çok keçi var. Evet şu anda bir keçi sürüsünün içine düşüyoruz. Sağdan soldan her yerden keçi çıkıyor. Ve hemen önümüz sıra uzanan oldukça dar bir patikadan tek sıra halinde ilerliyorlar.  Suat abi, "Kardeş keçileri takip edelim. Bunlar mutlaka saya'ya gidiyorlardır" diyor.  Tamam diyorum ve bir süre onlar önde biz arkada daracık patikada yürüyoruz. Ama çok sürmeden keçi sürüsünün kafasına göre hareket ettiğini ve hatta bırak saya'ya gitmeyi daha da vadi tabanına doğru gittiklerini görünce; " abi, biz yukarı doğru çıkmalıyız" diyor, vuruyorum bodoslama yukarı doğru.


Kısa ama oldukça dik olan rampa, bizi biraz nefes nefese bıraksada, kısa bir süre sonra düzlüğe ulaşıyoruz. 



Ve bir kaç adım daha atar atmaz ağaçların arasından mavi brandalı saya ile karşı karşıya geliyoruz. Heyecanlanıyoruz birden bire. 


Hızlı adımlarla saya'ya doğru ilerlerken bir inek kafatası buluyor ve yaşımıza başımıza bakmadan çocuklar gibi eğleniyoruz biraz.




Ancak çok sürmüyor bu çocukca eğlencemiz. Sayadan bize doğru bir köpeğin, adeta gök gürültüsünü andıran havlamasıyla saadede gelip, anında olduğumuz yere çakılıp kalıyoruz. Köpek çıldırmış gibi havlıyordu. Ama köpeğin zincirli olduğunu görünce biraz rahatlıyor ve sayaya doğru bir kaç adım daha atıyoruz.   Ama yaklaşmak ne mümkün. Büyük cüssesi ve kalın sesi ile köpek öyle bir tehditkar havlıyor ki, zinciri ha kopardı ha koparacak...  Etrafta kimsecikler de görünmüyor. Çaresiz biraz geri çekilip, yan taraftan dolaşmaya karar veriyoruz...



Biraz geniş açı ile dolaşıp geliyoruz saya'nın diğer yanına. Bakınıyoruz sağa sola. Kap kacak olduğu gibi bahçedeki masanın üzerinde duruyor. Belliki saya sahibi kısa süreliğine saya'dan ayrılmış. Kimbilir belki ormanda hayvanlarını otlatıyordur, belkide bir iş için köyüne kadar gitmiştir. Her neyse şimdi gerçek olan şey, şu anda yanlızız.  Saya'nın  yanıbaşındaki kaynak sudan bir güzel içip, biraz nefesleniyoruz. Ama hala saya'nın diğer tarafında kalan köpek, var gücüyle bize doğru havlayıp duruyor. Acıyoruz köpeğe, garibin ses telleri kısılacak diye. Ve saya'nın arka tarafından doğru düşüyoruz tekrar yollara... 


Ama çok uzaklaşmıyoruz. Kayalıklarda durup, önce totem ağacımızla fotoğraf çekiliyoruz, sonra kayaların üzerine oturup biraz sohbet edip, dönüş rotamızı belirliyoruz yeniden...



Saat 14;00. Artık dönüş zamanı. Kışın buraya çıkarken kullandığımız yoldan döneceğiz. Artık tırmanış yok, sadece iniş var. Ancak belli bir yol, iz, patika yok... Yine sezilerimizin kulağımıza fısıldadığı yerlerden, devasa kayaların yanından üstünden, kızılçam ormanlarının bodoslama içinden, direkt tepe aşağı, ayağımız nereye denk gelirse oraya buraya basaraktan, atlaya zıplaya yürüyoruz.  Ve nihayet sabah gelirken yürüdüğümüz, nisbeten daha düz ana patika yola çıkıyoruz. Suat abi ve ben, ikimizde çok mutlu oluyoruz, sabah ki ana patika yolu yakalamaktan...  Ama bu mutluluğumuz, çook kısa sürüyor... Çünküü... Suat abi "kardeş çok özür dilerim ama geri dönmemiz gerekiyor" deyince. "Hayırdır abi" diyorum. "Gözlüğüm diyor. Güneş gözlüğüm yukarıda, sayanın orada oturduğumuz kayalıklarda kaldı." deyince, hiç ikiletmeden "tamam" diyorum... 


Hadi başlasın tekrar tırmanış. Çok değil, hepi topu bir buçuk kilometre, ya var ya yok...

Neredeyse koşar adım, kan ter içinde kalarak çıkıyoruz tepeyi.  Bir iki defa ısrarla "abi sen gelme, ben bakar gelirim" desemde Suat abi'de geliyor benimle. İyikide geliyor. Gözlüğü oturduğu kayanın kenarına koyduğunu söylüyordu ama biz ne kadar kaya varsa altını üstüne getirmemize rağmen, maalesef gözlüğü bulamıyoruz. Artık çaresiz, "Abi gözlüğü herhalde başka bir yerde düşürdün. İstersen biraz daha bakalım ama  burada yok" diyorum. O da çaresiz ve üzgün kabulleniyor. Ve tekrar düşüyoruz dönüş yoluna. Tadımız biraz kaçsada, Suat abiyi tanıyanlar bilir ki olay orada kalmıştır. Daha ne dertlenir ne de dövünür. Yüzünden eksik olmayan gülümsemesi ve en pozitif bakış açısıyla, önüne ve geleceğe bakar sadece. Bence bu büyük bir meziyet.  Sıfır stres, bol neşe... Vallahi bravo... Keşke biz de bu bakış açısıyla, hiç bir şeyi kafaya takmadan yaşayabilsek hayatı...



Geliyoruz yine bizim " iyi ruhlar ormanına". Ama bu sefer hemencecik içinden vurup geçmiyorum. Sarılıyorum en yaşlısından iyi ruhlu bir kızılçamın gövdesine. Yüreğimi yüreğine yapıştırıyorum bir süreliğine. Ve kollarımı ondan çözdüğümde, tüm negatif düşüncelerimden arınmış olmanın hafifliği ile tekrar koyuluyorum yola...




Eybek Hanlar yol ayrımındayız.  Saatler öğlenin üçünü gösteriyor. Oturuyoruz bir çeşme başına ve küçücük bir ateş yakıyoruz, sıcacık bir çay için... Ve sonra, bir dilim kek ve çay ellerimizde başlıyoruz sohbete. İkimizde bugün çok mutluyuz. Hava şahane, bugün keşfini yaptığımız parkur ise daha da şahane.  Konuşuyoruz yine hayata dair ne varsa. Bazen geçmişten, bazen gelecekten, insanlardan, hayvanlardan ve en çokta tabiattan...


Artık gitme vakti. Bi çırpıda toplanıp, düşüyoruz yeniden yola. Arabamız çok yakında. Acelemiz yok. Orman mı bizi bırakmıyor yoksa ki bizmi dağlardan ayrılmak istemiyoruz bilemiyorum ama sabah koşarcasına çıktığımız rampayı, şimdi aheste aheste ayaklarımızı sürüyerek iniyoruz...


Saat 16;00. Ve arabamızı bıraktığımız yerdeyiz. Mutlu ve küçükte olsa tatlı bir yorgunlukla arabamıza biniyor, düşüyoruz evimizin yoluna...


SON SÖZ...
Bugün bizim için keşif günümüzdü. Bilinmezi bilinen yaparken aynı zamanda tabiatın da   zevkine varma günüydü bugün... Evet bugün gerçekten Eybek ile Ayıgediği arasını neredeyse altını üstüne getirdik. Patikaları patikalara, bilinmezi bilinen yollara bağladık. Güneşin içimizi ısıtan ışıltıları içindeki ormanda huzur bulduk. İnanılmaz güzel sohbetlerimiz de oldu, sessizliğimiz de. Şarkılar mırıldandık, sıcak çaylarımızı içip, tatlı keklerimizi yedik. Dikenleri ellerimize bata bata kestane topladık, avuç avuç... Sözün özü riyakar insanlardan,  ölümcül teknolojiden ve de korona'dan uzak, çook güzel bir gün geçirdik...

Ve bütün bunlar için bugün bana yol arkadaşlığı yapan,  kadim aile dostumuz Suat Yalıç'a, çook teşekkür ediyorum...

Not; Bu yazıda kullanılan toplam 37 adet fotoğraftan, 9, 31 ve 37'inci fotoğrafların çekimi Suat Yalıç'a ait olup, diğer fotoğraf çekimleri bana aittir. İçinde insan figürü olmayan tüm manzara veya doğa fotoğraflarını alıp kullanmak  serbesttir...


( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )
                               
Murat Turan - 2020