İzleyiciler

25 Ağustos 2020 Salı

KARADERE GÜZLESİ (22.08.2020)



KARADERE GÜZLESİ (22.08.2020)

Özledim seni Güzle, hem de çok özledim arkadaş... Neredeyse iki yıl olmuş, Güzle'ye gitmeyeli. Hatırlıyorumda o zamanlar menisküs ameliyatı sonrası diz ağrılarım arşa çıkmıştıda, doktor doktor gezmeme rağmen bir türlü şifa bulamamıştım. Haliylede çok mutsuz ve üzgündüm. Ve hatta yemeden içmeden kesilmişte, adeta hayata küsmüştüm. Öyleya dağlarda koşamayacaksam, patikalarda yürümenin ne anlamı vardıki. İşte bu haleti ruhiye içinde iken, belki ruhuma iyi gelir diye eşiminde ittire kaktıra desteği ile bir grup arkadaşın peşi sıra düşmüştüm Güzle yollarına...
https://muratinayakizleri.blogspot.com/2018/09/guzelsin-karadere-guzlesi-20092018.html?m=1Ve günün sonunda tüm ağrılarıma rağmen bu gezi-yürüyüşten o kadar çok mutlu olmuştum ki şu dizeler dökülüvermişti dudaklarımdan.

"Güzelsin Karadere Güzlesi
Söyle bana sen kimin gözdesi"
Verdin bize yol boyunca elma, koz
Bizde verdik sana, boy boy poz...
"


İşte nasıl olduysa (?) bugünlerde tekrar aklıma düşüyor Karadere Güzlesi. Açıyorum konuyu yakın arkadaşlarıma. Ve her zamanki gibi Suat abi yanlız bırakmıyor beni... Ee hadi o zaman, hep birlikte düşelim yollara. Bakalım iki yıl boyunca neler olmuş, neler değişmiş bizim Güzle'de.

22.08.2020 Cumartesi...
Her zamanki gibi erkenciyim. Sabah daha güneş doğmadan terkediyorum terden nemlenmiş yatağımı. Elimi yüzümü yıkayıp, hiç oyalanmadan çıkıyorum bahçeye. Yapılacak çok iş var. Önce köpeklerin zincirleri çözülecek, onlar bir süre at koştururken kümese gidip, tavuk ve ördeklerin suları tazelenip yemleri verilecek. Ve en sonunda da bostan gezilip zamanı gelmiş bamya, biber ve patlıcanlar toplanacak vs vs. Her neyse sabah sabah tonla yapılması gereken iş var...



 
Ama benden daha erken kalkan sevgili eşimin, yukarıda saydığım bütün işleri hallettiğini görünce, biraz şaşkınlıkla beraber bi hayli de memnun oluyorum. Öyleya bugün yayla yollarında yeterince yorulacak, terleyecektim. Bir insanın eşine yardım etmesinden daha doğal ne olabilirdi ki bu hayatta. Ama durun daha bitmedi... İşler bitmiş gönlümüz rahat, bir süre verandada sohbet edip duruyoruz, Hazan hanımla. Keyifler yerinde. Bir ara, "bana biraz müsaade" deyip kayboluyor sevgili eşim yanımdan. Ve çok geçmeden, elinde şahane bir kahvaltı tepsisi ile geliveriyor yanıma yeniden. Lan ne oluyoruz. Bugün her şey çok fazla iyi. Vallahi kıllanıyorum abi. Başımıza bişeymi gelecek, ne olacak diye... Tabi hiç bişey belli etmiyorum eşime, yüzüm gülüyor, durumdan son derece memnun bi taraftan tıkınıyor bi taraftan da üç buçuk atıyorum abi... Ha haa!.. Neyse şaka bir tarafa, güne şahane bir başlangıç yapıyoruz...

Bugün Suat abiyle, saat 10 gibi bizim köy evinde buluşacağız. Ama önce Hazan hanımı Akçay'daki eve bırakmam gerekiyor. Dediğim gibi şahane bir kahvaltı ve sohbet sonrası Hazan hanımı Akçay'a bırakıp tekrar köye dönüyorum. Döndüğümde Suat abinin geldiğini ve beni beklediğini görüyorum... Ayak üstü kısa bir hasbihal, malzeme ve sırt çantalarının diğer arabaya aktarılması derken, oyalanmadan düşüyoruz Karadere yoluna...




Saat 11;00. Karadere köyündeyiz. Araçla köprünün başına kadar gelip, bir evin bahçe duvarlarının yanıbaşına, incir ve şeftali ağaçlarının gölgesine parkediyoruz arabamızı...


İkimizde de bir heyecan bir heyecan. Güneş tepemizde, hava sıcak mı sıcak. Ama kimin umurunda. Sırt çantalarımızı yüklendiğimiz gibi hemen yanıbaşımızdaki çeşmenin yanıbaşından, vuruyoruz dağ yoluna...


Hafif rampa toprak yolda yukarı doğru öyle bir tempo ile yürüyoruz ki bir de bakmışız Karadere köyü çoktannn gerilerde kalmış. Yavaş diyorum yol arkadaşıma, bugün yolumuz çook uzun, tadını çıkara çıkara yürümeliyiz, diyorum... Ve durup, seyre dalıyoruz Karadere'yi bir süre öylesine...



Tekrar yola revan oluyoruz. Artık sağımız da solumuzda kızılçamlarla kaplı. Aslında mutluyuz ama birazda huzursuzluk var içimizde. Çünkü yollar bi hayli genişletilmiş. Sanki londra asfaltında yürüyoruz. Hadi kimin genişlettiğini biliyoruz da birde toz kalkmasın diye bir güzel de sulanmış. Yahu neler oluyor buralarda. Yine ne işler dönüyor acaba. Bütün bunların taa yukarılarda ki altın madeni işletmesi ile bir ilgisinin olduğu muhakkak ama neler dönüyor yine onu anlayamadık.





Eyvah işte bakın dere yatağı nasılda daraltılmış. Yolu genişleteceğim diye taşı kayayı dere yatağına doldurmuşlar. Tam iki yıl öncede, feryat figan etmiştim. Dere yatağını doldurmayın, balık yuvalarını bozup, siyanürlü atıklarınızla doğayı katletmeyin diye.



Ama nafile yürüdükçe, gördükçe olayın vehameti bizi derinden sarsıyor. Dere boyunca kuruyan -belki de göz göre göre kurutulan- onlarca çınarı, kızıl çamı gördükçe yüreğimiz dağlanıyor... Aklımız bir türlü almıyor bu işi. Koca koca kayalarla yaralamışlar her birini, suyun yanıbaşında bir damla suya muhtaç, kuruyup devrilivermiş her biri boylu boyunca...

Bunu yapanlara, sebep olanlara ne demeli, ne etmeli bilmem ki. Üzülmekten başka ne çare. Ben şahidim çevre platformlarının maden ocaklarına karşı verdikleri mücadeleye. Gecesini gündüzüne katıp, aç susuz aylarca dağlarda yattıklarına. Ama görünen o ki değişen bişey olmamış, "imam yine bildiğini okumuş"...


Hava sıcak ama esintili, yürüyoruz Suat abiyle lanet okuya söylene... Yinede mutlu olacak şeyler buluyoruz yol boyunca. Mesela sık sık rastladığımız her biri gerçek bir mimari şaheser niteliğindeki çeşmeler, bizi oldukça mutlu ediyor.


Kimisi kayaların içinden fışkıran suyun gözüne sokmuş boruyu, almış aşağıda yaptığı çeşmeye taşımış buz gibi dağ sularını.

 
Kimisi de suyu, doğal taşlarla yaptığı kanal içinden ulaştırmış, kendine has mimarisi ile inşa ettiği çeşmesine....


Rastladıkça yolumuz üzerinde, bizi sevecenlikle karşılayan bu çeşmelerin her birinden, hiç sektirmeden içiyoruz yudum yudum, kana kana buz gibi sularından. Yaptırana minnet ve şükranla...


Vakit öğlen saatleri, güneş tam tepemizde, neredeyse 10 km yol yürümüşüz. Ama yüzümüzde yorgunluktan eser yok. Yürüyoruz, yol boyunca dere kenarına kurulan yeşil bostanların yanından. Şapkalı çeşmeyi geçtikten sonra, biraz ileride bir köpeğin, bize doğru havlayarak geldiğini görüyoruz. Hemen arkasından da eşeği ile birlikte bir adam. Köpek etrafımızda fır dönerek bize havlaya dursun, geliyoruz eşeği arkada kendisi önde, aheste aheste yürüyen adamın yanına. Selamı önce biz veriyoruz. Oda aleykümselam diyerek, duruyor hemencecik yanıbaşımızda ve eşeğinin zinciri elinde başlıyor konuşmaya.


Biraz yukarıda bulunan bahçesinde çalışmış ta, şimdi de evine dönüyormuş. Güler yüzlü, konuşkan biri. Kırk yıllık tanışıklığımız varmış gibi anlattıkça anlatıyor. Önce havadan sudan, eskilerden yenilerden, sonra neler neler. Allahım neler anlatmıyor ki. Yaş 70'i çoktan geçmiş. Bilgi dağarcığı derya deniz, İsmail abimizin... Sohbet şahane ama gitmeliyiz artık. Vedalaşıyor yola revan oluyoruz yeniden...



Daha köşeyi döner dönmez bu seferde, bir yol sulama tankeri ile karşılaşıyoruz. Şoför aracı yolun kenarına çekmiş, kendisi de hemen aracın yanıbaşında, bir gölgeye çömelmiş vaziyette, öylesine dereye doğru bakınıp duruyor. Yanından geçerken bu arkadaşada selam verip, onun daha selamını almadan bu yolları kimin ve ne için suladığını soruyoruz. Aldığımız yanıt daha yürüyüşe başlarken sulanmış yolu görür görmez bizim tahmin ettiğimiz gibiydi. Yani madenciler köylüler tozdan rahatsız olmasın diye kamyonlarla hallaç pamuğuna çevirdikleri yolu, git gel sabahtan akşama kadar su tankerleri ile sulayıp duruyorlardı. Maksat ev sahibinin ciğerlerini sökerken, gönlünü hoş tutmaktı...



İsmail abinin sohbeti ile rahatlamışken, madencilerin bu akıl oyunları ile yeniden sinirlerimiz geriliyor. Güneş bastırdıkça bastırıyor, yolumuz ise gittikçe dikleşiyor. Kan ter içinde, bir kızılçamın gölgesine zor atıyoruz kendimizi. Burada biraz nefeslenme molası verdikten sonra, yeniden vuruyoruz rampa yukarı.


Ve çok sürmüyor, madencilerin başını yiyip bitirdikleri tepe ile göz göze geliyoruz. Hele bir bakın şunların yaptıklarına. Yemyeşil koca dağı ne hale getirmişler. Eyvahlar olsun... Allahın gazabı, dağı bu hale sokanların üzerine olsun bedduası dilimizde, yüreğimizde bi dolu hüzün, çaresizce yürümeye devam ediyoruz.




Güzle sapağındayız. Giriyoruz kızılçamlar içinden güzle yoluna. Ve çok sürmeden lezzeti ile dillere destan suyu ile ceviz ve çınar ağaçları altındaki "çınarlı kurun çeşmesine" geliyoruz. Şişelerimizi doldurup kana kana içiyoruz buz gibi şerbetli bu sudan. Bu suya lezzet veren nedir bilmiyorum ama madra dağında şimdiye kadar içtiğim suların içinde, kolay hazmı ve aromasıyla en şahanesi budur derim...




Artık neredeyse yayladayız. Yaylaya doğru yürüdükçe, yol boyunca bağ ve bahçelerin yanından geçiyor, meyve yüklü dallarıyla önümüze kadar uzanan mürdüm eriklerinin, pembe yaz elmalarının, armut, kuşburnu ve incirlerin eşsiz lezzeti ile ağzımızı tatlandırıp ballandırıyoruz.




Her yer devasa kollarıyla bir çınar misali ceviz ağaçları ile dolu. Ceviz henüz yeşil, hasat önümüzdeki ay. Kestane de dalında, onada daha çok var. Bu yayla suyu bol, meyvesi bol bereketli bir yayladır. Çalışır çabalarsan bir koyar beş alırsın...


Saat 14;20. Ceviz ağaçlarının altında giriyoruz güzleye. Hemen girişte bişeylerle uğraşan iki kişiye selam veriyor, selam alıyoruz. Ve hiç duraksamadan yaylanın evleri arasına dalıyoruz.


Camiinin önünden geçtikten sonra soldaki bahçede, tam iki yıl öncesinden tanışıklığım olan eşeği görünce seviniyorum, istemsizce. Merhaba diyorum ona, ondan bir karşılık beklemeden...


Yine biraz ileride bir inek bizi görür görmez, vın tırıs kaçıyor. Buda tam inek çıktı, ne selam ne sabah.


Ama yan bahçeden boynunda boncukları ile süslü bir keçinin meleme sesi ile dikkatimizi ona veriyor, bir kaç poz fotoğraf alıyoruz. Sonra yaylanın tam orta yerinde bulunan çeşmeden bir kaç yudum su ile serinlemeye çalışıp devam ediyoruz güzle'de turlamaya...





Bir kaç adım sonra bir taş ekmek fırını ile karşılaşıyoruz. Bir kaç fotoğraf için yanına yaklaşıyoruz. Ama durun bir saniye fırının içinde ekmek mi var. He vallaha hem ekmek hemde yemek. Güzel hareketler bunlar. İşte yayla hayatı. Ekmeğini kendin yapıyorsun. Ve hatta yoğurt, peynir, tereyağ... Ohh mis... Biz fırının içine bakaduralım, etrafta kimsecikler görünmüyor. Ekmeklerde bir güzel görünüyor ki sormayın gitsin. Hayatında pek ekmeğe yer olmayan benim bile, ağzımın suyu akıyor. Ama fırının içinde, hepi topu 8 tanecik ve her biri avuç kadar ekmekleri görünce, ağzımızın suyunu silip yolumuza devam ediyoruz.


Güzle'nin tavukları horozları derken, neredeyse hiç insanla karşılaşmadan çıkıyoruz güzleden. Bu yaylanın insanları da nerede yahu...

Gezmediğim görmediğim diğer yaylalara haksızlık etmek istemem, ama şimdiye kadar gezdiğim yaylaların içinde bence en güzelleri Gölcük ve Karadere Güzle'si. Hangi açıdan mı? Görsellik, bol su, misafirperverlik ne desen bunlarda, bereketlilik desen o da bunlarda arkadaş... Ulaşım dersen Karadere Güzle yolu olmuş londra asfaltı gibi. (?) İster otomobil ister bisiklet ne ile gelirsen gel, yağ gibi yollar...

Neyse bu kadar reklam yeter. Madenciler zaten bu bölgeye yeterince zarar vermiş, şimdi birde işgüzar sözde doğa severler buraya akın ederse, vay haline Güzle'nin...



Eveet!... Nerede kalmıştık. Efendim yaylaya ilk girerken gördüğümüz iki kişi hariç, hiç kimseyi göremeden çıkıyoruz güzle'den. Yinede memnunuz durumumuzdan. Dönüşümüz kısmen patika yollardan olacak. Onun için güzlenin hemen içinden, vuruyoruz vadi tabanına doğru, bağ bahçelerin arasına. Yine buz gibi çeşmeler karşılıyor bizi. Allahım bu kadar suyu bol bir yer görmedim. Sularının lezzetine ise söylenecek tek söz yok. Muhteşem lezzetli buz gibi sular...


Biraz daha aşağıda bir çeşme daha olacak, yanıbaşında elma ağaçları olan. Hani iki yıl önce iki ineğin, dalından elma yeme eylemlerini konu alan belgesel film çekimlerini yaptığım yer var ya. Hah işte tamda orada mola verip, çay içmeyi planlıyoruz.



Ama çeşmeye giden yamaçta bir kazı yapılmış, çitler çekilmiş, aşağı inemiyoruz bir türlü. Çaresiz, yapacak bişey yok biraz geriye doğru tırmanıp geniş bir daire ile aşağıya inmeye çalışacağız. Öylede yapıyoruz, geriye doğru biraz tırmanıyor ve sonra tekrar sola aşağıya doğru başlıyoruz inmeye. Ama daha bir kaç adım atmışken şakınlıktan ağzımız açık kalıyor. Bizim geçmişte tek sıra halinde kayıp düşmemek için pür dikkat yürüdüğümüz yol, olmuş dümdüz araç yolu.


Şaşkın ve hayretler içinde cillop gibi açılmış toprak yoldan yürüyerek iniyoruz çeşmenin yanıbaşına. Ve buraya gelince içimi büyük bir acı kaplıyor.




Resmen vurmuşlar dozeri ormanın orta yerine, kanırta kanırta çınarların, karaçamların köklerini parçalamış, ormana dair bilimum ne kadar ağaç, bitki örtüsü varsa, bunlara zarar vermek için ellerinden geleni artlarına koymamışlar. Hey Allahım, sen bu kullarına akıl fikir ver. Şu nereden baksanız 200 yıllık çınarın köklerine bir bakıverin hele.




İneklerin elma ağaçlarıda can çekişiyor. Yarı gövdeye kadar taşa toprağa gömmüş, suyunu kesmişler gariplerin. Dallarında düşmana inat üç beş hastalıklı meyvesi ile dik durmaya çalışsada gövdesi çoktan susuzluğa ve hastalığa teslim olmuş bile... İnsanoğlu ne garip şey arkadaş. Menfaatleri uğruna, iki elleriyle gelecek nesillerin boğazına sarılmışlar, habire sıktıkça sıkıyorlar. Bilmiyorlarki doğayı katletmekle, gelecek nesillere ne su, ne hava, nede dalında elma bırakabileceğiz.

Bu manzara karşısında, haliyle burada mola verip keyif çayı içmek mümkün değil. Geçmiş zamanda bir gün olsa, şu anda yürüdüğümüz yolun, ne muhteşem olduğunu anlatıyor olurdum belkide sizlere. Oysa ki şimdi, biran önce ağlayan çınarların içinden kaçarcasına çıkmak istiyoruz sadece...



Yaylaya giderken yürüdüğümüz ana yoldayız nihayet... Bir süre suskun, bir sağımızda bir solumuzda kalan dere boyunca ekilmiş, yemyeşil bostanların gönlümüze verdiği ferahlıkla yürüyoruz, aheste aheste...


Suskunluğumuzu bir bahçenin yanıbaşındaki ağıldan gelen keçi sesleri bozuyor... Şu keçiler ne yaramaz şeyler. Fotoğrafta pek belli olmuyor ama şu en arkadaki çatıya tırmanmaya çalışan keçiye de bakın hele... Neylersin doğası bu hayvanın...



Saat 15;50. Şapkalı çeşmeye geliyoruz. Molayı burada vereceğiz. Aslında pek acıkmadık ama canımız şiddetle sıcak bişeyler içmek istiyor. Ben hemen çeşme başında küçük bir ateş yakıp, koyuyorum üstüne çay suyunu. Suat abi ise su içme değil, suyun içine girme derdinde. Hal böyle olunca soyunup hemen çeşmenin alt başında kıvrıla kıvrıla akan derenin yanına iniveriyor.


Ve bir süre sonra ayaküstü bişeyler atıştırıp, ellerimizde sıcak çaylar oturuyoruz çeşme başına.



Daha ikinci çayları içmeden Güzle tarafından bir traktör gelip duruyor çeşmenin yanıbaşında. Sürücüsü traktöründen inip, elinde bir su bidonu ile yanımıza geliyor hemen. Selam veriyor önce ve sonra nereden gelip nereye gittiğimizi sorarken, bir taraftanda elindeki bidona su doldurmaya çalışıyor. Konuşkan birisi Fikret abi. Biraz ileride yanından geçtiğimiz bostan ve keçilerin sahibi imiş. Fikret abide boş değil. Yaptığı tarımı bilinçli yapıyor. Çevresinde olup bitenlerden, madencilerin köyüne, toprağına ve suyuna verdiği tahribatın da farkında. Ama çaresizce, devlet böyle uygun görmüş ben ne yapabilirim ki deyip duruyor. Bi hayli konuşuyoruz bu konuyu. Ve sonunda Fikret abiye hak veriyoruz. Yanlışta olsa madenciler devlet destekli meşru iş yapıyorlar. Alan razı satan razı. Biz de kim oluyoruz ki. Ve gelinen durum "atı alan üsküdarı çoktan geçmiş"... Vah beni ülkem vah...

Durun siz. Bi yıllar geçsin aradan. Siyanürler topraklarımızı, suyumuzu zehirlesin bir güzel. Ağaçları yok edip, oksijeni bile bi paraya bağlayalım. işte o zaman daha çook ağıtlar yakarız...

Anlaşılan bugünkü doğa yürüyüşümüzde huzur yok bize. Aslında karmaşık duygular içindeyiz. O kadar güzel bir coğrafyadayız ki. Burada olduğumuz için çook mutluyuz ama doğanın tahribatı karşısında da bir o kadar hüzünlüyüz...

"Dostum, dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe ...
H.H.Korkmazgil"
 

Fazla söze ne hacet. Aynen bu durumdayız güzel dostlar...


Saat 17;10 Fikret abiyi şapkalı çeşmede bırakıp, düşüyoruz tekrar yollara...



Köye çok az yolumuz kaldı ama biz artık madencilerin talan ederek açtıkları yoldan yürümek istemiyoruz. Solumuzda kalan derenin karşı tarafına, bir menfezin üzerinden geçip vuruyoruz yamaç yukarı. Yamaç oldukça dik ama bir o kadarda kısa. Yani anlayacağınız bir solukta çıkıyor, düşüyoruz patika yola. Bundan sonra yolumuzda, manzaramızda şahane.


Güneşin yakıcı sıcaklığından uzak, gölgede önümüz sıra uzanıp giden yolda zevkle yürüyoruz.




Çok sürmüyor, göz açıp kapayıncaya dek; keçi sayalarının, bostanların yanıbaşından geçip, köprübaşındaki camii önüne çıkıveriyoruz hemencecik. Camiinin altı bakkaliye, karşısı ise kahvehane. Önünde oturan insanlar uzaktan uzağa meraklı gözlerle bizleri süzerken, bizde adım adım onlara doğru yaklaşıyoruz. Ve yan yana geldiğimizde hiç duraksamadan bize bakanlarla selamlaşıp, köprüye doğru yöneliyoruz... İşte aracımızda köprünün diğer tarafında bizi bekliyor...


Saatler 18;45'i gösterirken, geride bırakılan yaklaşık 27 km.lik yolun tatlı yorgunluğu üzerimizde, ama mutlu olarak arabamıza binip, tutturuyoruz evlerimizin yolunu...


SON SÖZ...
Bugün tek kelimeyle şahane bir yol yürüdük. Dile kolay Ağustos'un yakıcı sıcağında tam 26.5 km. Mutlu olduk mu! Evet! Hemde çook. Peki üzüldük mü. Evet, maalesef çokcada üzüldük. Ama neylersin hayat bu. Üzülmeyi bilemeyen, sevinmeyide bilemez...



Karadere Güzlesi'ne ne zaman gelsem buradan yazı çıkmaz der dururum kendi kendime. Ama her defasında da en uzun yazılarım ve hatta yazıpta uzun oldu diye sildiğim o kadar çok şey varki. Mesela bugün yolda boylu boyunca uzanmış, araba çarpması sonucu ölmüş bir gelincik gördüm. Bilirmisiniz, her gelinciğin bir hikâyesi vardır. Kimbilir bunun ki ne idi. Bunu anlatamadım işte sizlere. Her neyse kısmetse bir dahaki sefere diyelim ve bugün bana yol arkadaşlığı yapan Suat abimize çook teşekkür edelim...

Not; Son sözün üzerindeki fotoğraf hariç diğer tüm fotoğrafların çekimleri bana aittir. İnsan figürü olmayan tüm manzara veya doğa fotoğraflarını alıp kullanmak serbesttir...


( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )

Murat Turan - 2020