İzleyiciler

23 Temmuz 2019 Salı

YİNE YENİDEN GÖKÇEADA (16-20.07.2019)


YİNE YENİDEN GÖKÇEADA (16-20.07.2019)

Nedense son yıllarda bir ada tutkusudur, sarıp sarmalıyor yüreğimizi... Geçtiğimiz yıl ailece önce Gökçeada ve Kıbrıs'a gitmiş, arkasından bu yaz başı Büyükada, Heybeli, ve Burgazada seferlerine çıkmışta mutluluktan sarhoş olarak geri dönmüştük... Evet, ilginç değil mi! Aslında çoğu insan, küçücük yüzölçümleriyle adalarda sıkışıp kalmışlık duygusuyla boğulur, ne yapacağını bilemez ve mutsuz olur. Ama durum bizim için öyle değil. Adaların bırakın bize boğulma hissi vermesini, aksine adaya daha adımımızı atar atmaz, içimizi büyük bir huzur ve mutluluk kaplıyor. Ve yine garip gelecek sizlere ama ben burada hiç biryerde hissetmediğim kadar, özgür hissediyorum kendimi... Çünkü ben burada kendimi, gerçek öz beni buluyorum...

Neyse saadede gelelim, biz Turingler geçen yıl iki gece üç gün kalıpta doyamadığımız Gökçeada'ya bu yılda geldik. Geçen yıl daha dönüş feribotunda iken, ailece her yıl burada bir kaç gün geçirmeye söz vermiştik birbirimize... Öyle ya kim istemez ki huzuru ve mutluluğu bulduğu yere, bir daha gitmeyi...

1.GÜN; 16.07.2019 Salı...

Bizde öyle yapıyoruz. Aylardır plan program yapıp, iple çektiğimiz gün nihayet gelip çatıyor. Sabahın köründe kalkıyor, bir kaç gün öncesinden hazırlanan bavul ve çantalarımızı arabaya yerleştiriyoruz. Yola çıkmadan önce son kez çiçekler sulanıyor, kuşlar ve balıkların yemleri veriliyor. Ve nihayet saatler 07;15'i gösterirken düşüyoruz Çanakkale yoluna... Ailece heyecanlıyız. Hazan hanımda ise sebebi bilinmez bir gerginlik. Kızım arka koltukta, kulaklarında kulaklık "dım tıs dım tıs" müzikle ağzı kulaklarında bizimle ve dış dünyayla irtibatı kesmiş, biz ise Hazan hanımla yolculuğumuza, dostlarımız ve kavuşacağımız adamıza dair derin sohbetler içindeyiz. Benden çok Hazan hanım konuşuyor. Ben arada araya girip konuyu, bir ay önce Çanakkale'ye yaptığım bisiklet turuna, pedal bastığım yollara, rampalara ve çadır kurduğum yerlere getirmeye çalışsamda nafile. Ben söylediğim bir iki cümlecikle kalıyorum. O yine kaldığı konudan devam ediyor... Ben de hiç bozuntuya vermiyor, o hangi konuyu açmışsa o konudan yürüyorum mecburen... Şimdi bu cümleleri okuyunca Hazan hanımın üzüleceğini veya bana sitem edeceğini düşünebilirsiniz. Ama merak etmeyin ben eşimi tanıyorum, emin olun bu cümleleri okuyunca, şaşkınlıkla güleceğinden emin olabilirsiniz...

Hava açık sayılır. Sıcak ta değil. Arabanın ne kliması, ne de sonuna kadar camlarını açma gereği duymadık. Trafikte yok... Sohbette kıvamında. Oh ne ala yolculuk...

Saat 09;15. Servisteyiz. Aracın elektronik sisteminin kalibrasyonunu yaptıracağız. Bir kaç gün öncesinden randevumuz var. İşlemimiz çok uzun sürmeyecek. Sürmüyorda yaklaşık bir saat kadar sonra ayrılıyoruz servisten...


Gökçeada'ya Kabatepe'den bineceğiz. Saat 13;00 feribotuna internetten biletimizi daha önceden aldık. Ama önce Çanakkale'den feribotla karşıya geçmeliyiz. Şehir içinde o sokaktan bu sokağa, o caddeden bu caddeye gire çıka nihayet feribot iskelesine geliyoruz. Saat 11;00 feribotuna binme derdindeyiz. Şansa bakın ki feribota binen son üç arabadan birisi oluyoruz... İçimizde büyük bir ferahlık, arabayı aşağıda bırakıp çıkıyoruz üst kata. Her zamanki gibi bir parça simit kapma telaşı içinde çığlık çığlığa uçuşan martılarla karşılaşıyoruz... Bizde simit yok. Ama ellerindeki simidi küçük parçalar halinde havaya fırlatarak, küçük kızlarını sevinç ve heyecana boğan ailenin gülünesi hallerini izlemek bizi daha çok eğlendiriyor...


Oda ne! Gemimiz direkt Kilitbahir kalesine doğru gidiyor ve neredeyse iskeleye gireceğiz... Şu işe bak aceleyle Eceabat yerine Kilitbahir gemisine binmişiz. Neyse farkeden bişey yok. Aksine iyi bile oldu. Kısacası göz açıp kapayıncaya kadar karşıdayız. İniyoruz feribottan, beş dakikada Eceabat'tayız. Bizimkiler henüz kahvaltı yapmadılar. Burada bişeyler atıştırırıyoruz. Ve sonra ver elini Kabatepe... Gelibolu yönüne doğru giderken soldan giriyoruz içeri. Şehitler diyarındayım yeniden. Nedense bu topraklar beni hep hüzünlendirmiştir. Aslında bu topraklara geldiğimde hüzünlendiğim kadar, gururda duyduğumu belirtmeliyim... Atatürk'ün karargahının bulunduğu Bigalı köy kavşağını geçerken Hazan hanıma, " en kısa sürede şehitlerimizi ziyarete gelelim" diyorum. Oda, bu konudaki hassasiyetimi bildiği için sadece "tamam" diyor...


Saat 12;15 Kabatepe limanındayız. Araç kuyruğunu görünce moralimiz bozuluyor. İstemeye istemeye sıraya girerken birisi geliyor ve online biletimizin olup olmadığını soruyor. Olduğunu söyleyince soldan, mavi gişeden devam etmemizi söyleyince içimiz sevinçle doluyor... Hemen kırmızı çizgilerle gösterilen yoldan devam edip, bom boş gişeden feribota bineceğimiz yere kadar gidiyoruz. Geldiğimizde bizim gibi daha önce internetten bilet almış arabaların arkasına parkedip, feribotun iskeleye yanaşma saatini beklemeye başlıyoruz...
Hava sıcak, araçtan iniyoruz...




Bizimkiler deniz kenarında oyalanıyorlar. Bense, çok açım. Eceabat'tan aldığım yoğurdu sıcaktan bozulmadan yeme niyetindeyim. Oturuyorum kenarda bir ağaç gölgesine, daldırıyorum kaşık niyetine form bisküvilerimi yoğurda... Ama yemek ne mümkün ki. Çünkü davetsiz bir misafirim var. Gözümün içine öyle bakıyor ki. Lokmalar boğazıma düğümleniyor. Bir iki form bisküvi içine atıp, olduğu gibi yoğurt kâsesini önüne koyuyorum... Sevdi... Severek yiyor. Bu köpekte benim kafadan... Feribotumuz geldi, iskeleye yanaşıyor. Gitmeliyiz artık. "Hadi afiyet olsun köpekçik" diyor, biniyoruz arabamıza...


Saat 13;15. Hareket ediyoruz... Yolculuğumu gazete okuyarak geçirmek istiyorum. Öylede yapıyorum. Eşim ve kızımsa, keyiflerine göre takılıyorlar. Bazen yanıma geliyor, bazense açık havaya, geminin güvertesine çıkıyorlar... Sizinle şunu paylaşmadan duramayacağım. Sabah eşimin üzerinde bilinmez bir gerginlik olduğunu söylemiştim ya. İşte o gerginlik gemiye biner binmez uçup gidiyor. Hatta feribottan inipte Gökçeada'ya ayak basınca, " Çook mutluyum, bu ada bana huzur veriyor, sanki" demez mi. Sanki bir pamuk oldu birden bire. Hadi hayırlısı...
Neyse yaklaşık birbuçuk saat süren, nasıl geçtiğini bilmediğimiz, huzurlu bir yolculuktan sonra Kuzu Limanında inip, düşüyoruz Kaleköy yollarına. Hepimizin ağzı kulaklarında, galiba ailece burası bize iyi geliyor...
Geçen sene Yeni Bademli' de konaklamıştık. Bu sene ise Yeni Bademli'ye yürüme mesafesinde Kaleköy'de konaklayacağız...




Saat 15;30. Geliyoruz konaklayacağımız tesise... İlk önce bizi yeşil çimler üzerinde zıplayan tavşanlar ve vak vaklayarak gezinen ördekler karşılıyor. Şaşkınlığımız mutluluğa dönüyor. Ağaçlar içindeki salaş görünümlü motelimiz ise bizi mest ediyor. Denize sıfır konumu ile kalacağımız tesiste yok yok. Ama bizim en çok hoşumuza giden şey plaj boyunca serpiştirilmiş salıncaklar... Çünkü burası biz Turinglerin, aynen evimizdeki gibi hafif bir salınım eşliğinde kahve içme ve sohbet etme yerimiz olacak...


En iyisimi daha ilk günden bunları anlatmayayım sizlere. Yeri geldikçe anlatacağım nasıl olsa...
Yerleşiyoruz motelimize. Her birimiz kendi odasında, dinlenmeye çekiliyoruz... Bir ara Hazan hanım dışarı çıkıyor. Epey bir süre dönmeyince merak edip bende dışarı çıkıyor, Hazan hanımı bir ağacın altında kitap okurken buluyorum. Bir süre bakıyorum öylesine. Ne kadarda huzurlu...


Gökçeada'da gezip göreceğimiz, yiyip içeceğimiz yerlerle ilgili günler öncesinden, epey bi araştırma yapmıştım. Bugünü, konakladığımız yerden fazla uzaklaşmadan, Kaleköy'de geçirmeye karar veriyoruz...




Saatler 19;45'i gösterirken çıkıyoruz dışarı. Bizimkiler akşam yemeği olarak, geçen sene lezzetini unutamadıkları Kaleköy'ün hemen girişindeki "Mehmetin Yerinde" kokoreç yiyecekler. Gidiyoruz Mehmetin Yerine. Beni tanıyanlar bilir bu tarz şeyler yemediğimi. Bizimkiler gelen ekmek arası kokoreçleri gömüyorlar mideye büyük bir iştahla...



Arkasından muhteşem günbatımını izlemek için başlıyoruz taş evlerin arasından Kaleköy'ün tepesindeki kale yıkıntılarına doğru tırmanmaya. Geçtiğimiz yıl yürüdüğümüz sokaklara gelince, kırk yıllık Gökçeada'lıymışız gibi seviniyoruz. Buraları başkalarına ne hissettirir bilmem ama bana ve eşime; huzur ve büyük bir ruh arınmışlığının sonsuz mutluluğunu hissettirdiğini söyleyebilirim...



İşte Kale yıkıntılarının içindeyiz. Karşımızda yunanların Semadirek adası. Güneş batmak üzere. Bugün hava her ne kadar kapalı ve parçalı bulutluda olsa, gün batımı manzarası yine de muhteşem bir görsellik sunuyor bizlere...



Kızım, eşim ve ben, oturuyoruz bir müddet kayaların üzerinde... Güneşin kızıllığı yerini alaca griliğe bırakırken kalkıyoruz bizde. Ve geldiğimiz sokaklardan büyük bir hafiflik ve mutlulukla adeta seke seke iniyoruz, Kaleköy'e...


Ben yine erkenciyim. Biran önce motele gitme ve bugüne dair izlenimlerimi yazma arzusundayım... Ama bizimkiler için vakit daha çook erken. Ayrılıyoruz Kaleköy'ün renkli ve eğlenceli sahilinde. Onlar sahilin renk cünbüşü içinde kaybolurken, ben motelin yolunu tutuyorum...

2.GÜN; 17.07.2019 Çarşamba...

Bu sabah hava oldukça rüzgârlı ve serin. Aslında akşamki planımıza göre bugün koy koy gezip, doyasıya yüzmeyi planlamıştık. Ama sabah sabah o kadar rüzgar varki ve hava o kadar serinki denizin bugün bize keyiften çok eziyet olacağını düşünüp, programımızı koylarda yüzmek yerine, köy köy dolaşma yönünde değiştiriyoruz...


Program değişikliği ile dışarı çıkış saatimizi biraz öteliyoruz. Öyle ya sabahın köründe köylere gidip ne yapacağız. Sabah Hazan hanımla birlikte erken kalksakta, kızımızı uyandırmıyoruz, biraz daha uyusun diye... Kahvaltımızı yapıp, kahvelerimizi yudumluyoruz aheste aheste. Ama artık düşmeliyiz yollara. Buraya yatmaya mı geldik. Yooo... E hadi o zaman... Annesi İlayda'yı uyandırıyor hemen. Kızımızda bişeyler atıştırıyor, sabah kahvaltısı niyetine. Ve saatler 11;50'yi gösterirken, Kaleköy'den çıkıp düşüyoruz yollara...

Göz açıp kapayıncaya kadar yaklaşık 5 km mesafede bulunan ada merkezine geliyoruz. Burayı yarın etraflıca gezeceğiz, onun için şehir merkezine hiç girmeden arka sokaklardan çıkıyoruz köylere gideceğimiz asfalt yola. Yollar dar ama oldukça bakımlı. Güzergâhımızın ilk durağı, adanın en meşhur rum köylerinden Zeytinliköy. Bu köy ada merkezine çok yakın, yaklaşık 3 km mesafede...



BENCE EN GÜZELİ, ZEYTİNLİKÖY...
Geliyoruz zeytinlik ve yemyeşil binbir çeşit bitki örtüsü ile kaplı yollardan köye... Köyün girişinden itibaren her yer araba. Köyün içine araç girişi yasak. Bende herkes gibi bırakıyorum arabamı köyün girişinde... Başlıyoruz yürümeye, taş döşenmiş hafif rampa yolda. Evet yollar bildiğimiz doğal taşlarla döşenmiş, ne fabrikasyon parke taşı ne de başka bişey... En az köyün taş evleri kadar orijinal ve eski... Bu eskilikte yaşanmışlıklar, üzerinden geçen yıllar var...



Kimbilir yıllara meydan okuyan şu taş evlerin hangibirinde neler yaşandı. Belki şu daracık merdivenli, yeşil pencereli evde hep kahkaha ve mutluluk, şu iki katlı ahşap balkonlu evde ise elem ve keder.... Ve hayaller ve umutlar...



İşte bu duyguyla adımladım, taş evlerin sıralandığı taş sokakları... Şimdilerde her şey turizm, her şey para... Bütün evler ya bir kafe, ya bir hediyelik eşya satan dükkana veya bir başka ticari mekana dönüşmüş. Aslında iyide olmuş. Evler, sokaklar şimdi başka bir devrini yaşıyor... Buda önemli bişey. En azından terkedilmişlik yok, aksine bakım var ilgi var. Çünküüü rant var!..


Neyse saadede gelelim. Ben Gökçeada gezimizi planlarken, eşimin kahve tutkusuna binaen, buraya gelmeden önce adını sıklıkla duyduğum Madam Mari'nin yerinde Dibek Kahvesi içmesini istiyordum... Önce gezdik dolaştık sokaklarını, sonra geldik, üçlü yol ayrımının tam karşısında bulunan Madamın yerine... Sokağa bakan verandasında bulunan iki masadan birine oturup, verdik siparişlerimizi... Geldi Madam Urla'nın ellerinden mis kokulu dibek kahveler... Ve "hüüüpppp..."




TAVERNA DEYİNCE, TEPEKÖY...
Yola devam. Programımızda bir başka rum köyü, Tepeköy var... Çok sürmüyor ana yoldan levhanın bize gösterdiği yöne doğru sapıyoruz. Şimdi yolumuz oldukça tırmanışlı bir hal alıyor. Ve işte geldik. Buradada köyün içine belirli saatlerde araç girişi yasak. Ben aynen kurallara uyuyor, aracımı köyün girişine bırakıyorum... Başlıyoruz yürümeye. Zeytinliköy'den sonra burası basıyor bizi biraz, "sıradan bir köy işte" diyoruz içimizden... Ünlü Baba Yorgo'nun tavernasının önünden köyün meydanına çıkıyoruz... Burada da taverna ve kahvehane var. Geldiğimiz saat itibariyle köy çok sakin. Ama tavernaların önünde çalışanların arı gibi bir oraya, bir buraya koşturmaları dikkatimizi çekiyor. Muhtemelen bu köyde hayat gece başlıyor idi. Yinede eğer açsanız ve rum mezelerinin tadına bakmak isterseniz gündüz de hizmet verildiğini belirtmeliyim... Zeytinli'den sonra içimizi daraltan bu köyde, şöyle bir sokaklara girip çıkıyor ve kaçarcasına ayrılıyoruz, Tepeköy'den...


ŞAHİNKAYA...
Düşüyoruz tekrar asfalt yola... Buradan bir başka rum köyü olan Dereköy'e gideceğiz. Ada merkezi hariç adadaki bütün pansiyonların, kafe, taverna ve eğlence hayatının rum köylerinde olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım ... Ama benim niyetim yolumun üzerindeki Türk köylerine de uğramak... Ve yoluma çıkan ilk Türk köyü Şahinkaya'dan dalıyorum içeri... İn çin top oynuyor, etrafta kimsecikler yok. Sokaklarda tek tük arabalar o kadar... Evlerin ve sokakların hiçbir orijinalliği yok. Etrafta kimsede yok ki köy hakkında bilgi alalım. Çaresiz araçtan inmeden devam ediyoruz yolumuza...




TERK-İ VİRANE; DEREKÖY...
Ve yaklaşık bir km sonra solumuzdaki yamaçta, harabiyetin kahve rengine bürünmüş evleri görünce yavaşlıyoruz. Ve biraz ilerdeki Dereköy levhasından dalıyoruz içeri... Bu köy Tepeköy'den bin beter. Şöyle bir bakınınca oldukça büyük görünmesine rağmen, terki diyar edilmiş olduğunu görüyoruz... Ama öyle hepten değil canım... Yine yaşayanlar var köyde. Köyün tam merkezinde bir kafe var mesela ve pansiyon ve restoran....
Bizimkiler metruk bir evin yıkıntıları içinde bir kaç fotoğraf çekilir çekilmez, ayrılıyoruz bu köyden de...


İlginç olan nedir biliyor musunuz? Biz Gökçeada'yı çok seviyoruz. İlk Bademli ve Kaleköy'ü tanıdık. Sonra ada merkezini. Ve buraları, burada yaşamayı göze alacak kadar çok sevdik. Bugün Zeytinliköy'ü görüncede çok sevdik. Burada da yaşayabiliriz dedik. Ama ondan sonraki köyler de bırakın yaşamayı gezmek için bile fazla dayanamadık... Bilmiyorum, belki ruhlarımız örtüşmedi... Ama ya Kaleköy öylemi... Bademli'den doğru dümdüz bir ovanın içinden gelip, bir tepenin yamacından sahiline kadar yayılmış eşsiz güzellikteki taş evleri, sokakları ve masmavi denizi... Hele birde Kale'den günbatımı... Geceleri binbir renge bürünen eğlenceli ve müzik tınılı sahili... İşte bu sebepledir, başka yerleri gözlerimizin görmeyişi...

Bugünkü programımıza göre, gezilecek rum köyleri bitti. Ama bir köy daha var uzakta, Türkiye'nin en batısında... Şirinköy... Buraya kadar gelmişken onuda görmeliyiz diyoruz... Programımızda Türkiye'nin en batısında bulunan, "İnce Burun" var. Ama açıkcası bugün, yol nereye kadar giderse oraya kadar gitmek niyetindeyim...

Yolu buraya düşen doğa ve yürüyüş severlere eşsiz bir tabiat içindeki Marmaros Şelalesine de Dereköy'den gidildiğini belirtmek isterim. Zaman ve ekipman yönüyle maalesef bu sene şelaleye gidemeyeceğiz. Kendimi, seneye ilk iş buraya gelme sözü ile teselli ederek, bu seferlik burayı teğet geçiyor, vuruyorum Şirinköy yollarına...


ŞİRİNKÖY...
Çok sürmüyor üçlü bir yol ayrımına geliyoruz... Yolun birisi Şirinköy'e, birisi Adalet Bakanlığı Dinlenme Tesislerine, diğeri ise Uğurlu yani İnce Burun yönüne gidiyor... Giriyoruz Şirinköy tabelasından. Bulvar vari ortası ağaçlıklı iki yönlü bir yola geliyoruz. Sağ tarafımız boş, sol tarafta tek katlı yan yana dizilmiş, herbiri birbirisinin aynı gibi görünen bahçeli küçük evler... Önce şaşırıyoruz, köy burasımı diye. Yolun sonuna kadar, neredeyse bir km gidiyorum... Bizim bildiğimiz meydanı olan, daracık sokaklı ve hiç değilse rum köylerindeki gibi bir iki taş ev arıyor gözümüz. Bulvarın sonundan sola evlerin arka sokağına daha doğrusu başka bir caddeye giriyorum. Burasıda sağlı sollu hep aynı tip evler. Köşede bir çay bahçesi ve biraz ilerisinde bir cami minaresi... Tek tip evler, intizamlı birbirine paralel cadde ve sokaklar. Biraz ruhsuz ve insanı huzursuz eden cinsinden... Tıpkı bir afet sonrası yapılan tek tip yerleşim yerleri gibi...


Yolumuz İnce Burun yolu... Giriyoruz Uğurlu yol levhasından, basıyoruz daracık asfalt yolda. Solumuzda Adanın birçok yerinde tanıtım afişi bulunan Mavi Resort otelin yanından geçip, iniyoruz Uğurlu ovasına. Ekili dümdüz tarlalar ve çalışan çiftçileri görünce seviniyorum biran. İşte Gökçeada için artı bir yön daha. 286 kilometrekarelik her bir toprağında ayrı bir güzellik var bu adanın. Doğa ve masmavi koyları ile insanlara huzur veren, sulu ekilebilir araziye sahip başka bir ada varmıdır acaba dünyada... Abarttığımı düşenebilirsiniz. Ama bi düşünün isterseniz. Bir ada da olacaksınız. Hem tatlı su kaynaklarınız olacak, hemde ekilebilir araziniz... Kendi kendine yetebilmek... Zenginlik değilde nedir bu...


Uğurlu şehir merkezine dönmeden Gizli Liman'ın yanından başlıyoruz tırmanmaya. Solumuzda deniz mavi ve parlak. Sıra sıra arabalar. İnsanlar denize giriyor... Tırmanıyoruz karşılıklı arabaların birbirine teğet geçtiği, daracık yollarda...





Ve bir tepedeyiz. Giriyorum hemen sol tarafta, teras gibi bir yere... İniyoruz arabadan hemen. Keçiler karşılıyor bizi ama biz onları teğet geçip hemen tepenin ucuna doğru yürüyoruz. Çünkü muhteşem manzara karşısında büyüleniyor, ailece dilimiz tutulmuşcasına berrak ve masmavi deniziyle koyları seyre dalıyoruz... İşte İnce Burun'dayız. Altımızda Kömür Koyu. Yol kenarında onlarca araba, sahilde şemsiyeler ve insanlar... Aslında plaj, uzunluğu göz önüne alındığında bomboş sayılır. Hemen iniyoruz bizde aşağı. Arabayı çekip bir kenara, alel acele giyiyorum deniz şortumu... Vee koşar adım, hoop deniz... Burada sığ deniz bulmak zor. Daha bir kaç adım atmadan, ayağımın altından kayan kumlarla birlikte kayboluyorum mavi enginlikte... Sonra insanı kendinden geçiren akvaryum berraklığı mavilikte kulaçlar, kulaçlar...

Artık dönme zamanı. İstemeye istemeye çıkıyorum denizden. Ama dönüşte uğramayı planladığım Laz Koyu aklıma gelince, istemsiz bir acelecilikle değişiyorum üstümü...

Dönüş yolunu Şirinköy yerine Uğurlu üzerinden kestirme yaparak değiştiriyorum... Yeşil ağaçlar içinden bir süre sonra göletin yanıbaşındaki yol ayrımına, asfalt ana yola çıkıyoruz... Biz yönümüzü sola, Dereköy yönüne doğru çeviriyoruz. Dereköy'ü geçip Şahinkaya'ya girmeden sağa ormanın içine dalıyorum... Artık Laz Koyu yolundayım. Bu yolda asfalt ama oldukça dar bir yol... Ama dillere destan Laz Koyu'na kavuşacak olmanın heyecanı ile gözümüz hiç birşey görmüyor. Bastıkça gaza basıyoruz. Eğer karşılaştığımız bir kaç arabayı saymaz isek yollar oldukça ıssız... Geliyoruz asfalt yolun sonuna. Aslında geldiğimiz yol başka bir asfalt yol ile "T" olacak şekilde kesişiyor. Ama bizim yolumuz ne sağa ne sola, direkt karşıya, toprak yola doğru... Bundan sonra yaklaşık bir km toprak ve oldukça bozuk bir yoldan ilerliyoruz. Sağda solda tek tük binalar var. Binaları geçince bir tepeye çıkıyoruz ve olağanca güzelliği ile deniz ve masmavi bir koy karşılıyor bizi...


Ama burada yüzmek ne mümkün... Sanki tüm ada burada. Her yer araba ve bir o kadarda insan güruhu. Duyan gelmiş... Yol kenarları parkedilmiş arabalarla dolu... Şimdilik sadece manzara seyri ile yetiniyor ve ayrılıyoruz sessizce...



Saatler 17;00'ı gösteriyor. Ada merkezindeyiz... Günlerdir aklımızda olan Badem Kurabiyelerinin tadına bakmak üzere, Efi Pastahanesine atıyoruz kendimizi... Önce ayak üstü ikram edilen kurabiyeleri indiriyoruz mideye. Ardından kutu kutu kurabiyeleri koltuğumuzun altına sıkıştırıp, tutturuyoruz motelimizin yolunu...


Bugün oldukça koşturmalı ama şahane bir gün geçirdik... Yorgunuz. Dinlenmek istiyoruz. Akşam yemeğinden sonra kahveler elimizde sahildeki salıncaklara atıyoruz kendimizi. Kahveler bitiyor, başlıyor çekirdek faslı... Güneşi batırıyor, taa gece yarısına kadar kalkmıyoruz salıncaktan...


3.GÜN; 18.07.2019 Perşembe...

DALIŞ YAPMAK BİR AYRICALIKTIR...
Bu slogan Gökçeada Dalış Merkezinin sloganı. İnsanın kendisinde nasılda bir eksiklik hissettiriyor... Hazan hanımın teşviki ile bugün kızım İlayda ile birlikte mavi denizlerin derinliklerine dalış yapacağız... Yanlış anlamayın, bizim derdimiz ne eksiklik hissettiğimizden nede ayrıcalıklı olmak isteğinden... Bizim dalış isteğimiz denize olan tutkumuzdan, denizin üstü kadar denizin altınıda tanıma arzusundan kaynaklanıyor... Bu arada daha önce söyledim mi bilmiyorum ama yıllar önce dalış işiyle bayağı bi ilgilenmiştim. Serbest dalışın yanında tüplü dalışta yapmış, bir yıldız deniz adam ünvanı ile belgemide almıştım... Ama aradan yıllar geçti ve şimdi yanımda kızım olacak... Kızım demişken, o kadar heyecanlı ki sormayın gitsin... Çünkü o yeterince sordu. Dalana kadar binlerce sorusuna muhattap kaldık annesiyle birlikte...

Neyse gelelim dalış sabahına... Dalış saatimiz öğlen saat 12;00 olacak. Onun için sabah çok geç olmadan kalkmalı ve kahvaltı yapmalıyız. Dalış saatine kadar hafif birşeyler yemek ve sindirmek istiyoruz. Bunun önemini kızıma detaylıca izah ettim. Yeri gelince ayrıca sizlere de anlatırım. Ama isterseniz konuyu dağıtmadan, şimdi biz kaldığımız yerden devam edelim... Sabah 09;00 gibi oldukça hafif bir kahvaltı yapıyoruz. İlayda odasına istirahata çekilirken, bizde dalış satine kadar Hazan hanımla kahve eşliğinde sohbet için sahile, salıncaklara geçiyoruz... Bir süre sağdan soldan, en çokta Gökçeada'dan konuşuyoruz...


Ve nihayet dalış saatimiz geliyor... Saat 11;45. Dalış teknemize binmek üzere limana gidiyoruz... Limana geldiğimizde teknenin olmadığını görüyoruz ama neredeyse gelmek üzere... Tekneyi beklemek üzere bir kafeye daha yeni oturuyoruz ki tekne karşıdan görünüyor...
Gidiyoruz hemen yanına. Yanaşıyor iskeleye. İçinden sabah grubu ile dalışa gidenler inmeye başlıyor... Dalış hocasıda iniyor onlarla birlikte. Önce kendini tanıtıyor ve sonra tutuşturuyor ellerimize birer form. Dolduruyoruz sağlıklı olduğumuza ve her türlü riski kabul ettiğimize dair taahhütnameleri. Sonra biniyoruz tekneye ve hiç oyalanmadan açılıyoruz masmavi sulara... Geminin hareket etmesi ile birlikte Dalış Lideri Tolga bey tarafından su altındaki işaretleşmelerden, kulullanacağımız malzemelere ve bize refakat edecek eğitmenlere kadar, kısa fakat anlaşılır bir bilgi aktarımı yapılıyor...


Sonrasında sağımızda Sualtı Milli Parkı konumundaki Yıldız Koy'unu geçip muhteşem mavilikteki Mavi Koy'a geliyoruz... Teknemiz biraz kıyıya yaklaşıp demir atıyor... Dalış yapacağımız yer burası... Denizin üstü muhteşem görünüyor, altını ise birazdan öğreneceğiz...



Toplam 16 kişiyiz. Dörtlü gruplar halinde dalış yapılacak ve biz kızımla birlikte ikinci gruptayız...
Sıramız geliyor. İniyoruz alt kata, elbise giymeye. Bedenimize uygun verilen elbiseleri giyip bekliyoruz. Kızım tahminimin ötesinde çok sakin. Bende ona güveniyorum zaten. Çünkü o hem suyu çok sever hemde iyi bir yüzücüdür. Hem sonra biz onunla deniz kabuklusu çıkarmak için sürekli serbest dalış yaparız. Yani onun bu işi başaracağından gayet eminim... Neyse bizden önceki grup geliyor ve sıra bizde işte...



Yapılan çağrı üzerine atlıyoruz tekneden ve yüzerek biraz ilerideki eğitmenlerin yanına geliyoruz. Burada önce yüzümüze uygun maskeyi alıp sonrasında tüplü yeleği kuşanıyoruz. Su altında bir deneme sonrası ben dalışa hazırım. Kızım ve diğer iki kişide hazır olmalılar ki başlıyoruz kıyıdan derinlere doğru ilerlemeye...




Denizin altı bir başka dünya... Henüz bir kaç metre sualtında hemen balıklar karşılıyor bizi... Uzatsan elini dokunacaksın koca koca Çipuralara, Karagözlere... Dalış liderini takip ediyoruz. Kayaların üzerinden, yanından şahane bir görsel şölenle getirip bizi bir kayanın üzerine diz üstü oturtuyor. Hemen önümüz de kızıl rengi ile bir deniz yıldızı ve deniz kestaneleri... Alıyoruz sırayla kıpır kıpır oynayan Deniz Yıldızını elimize... Sonra Hoca bir deniz kestanesini kırıp, elimize tutuşturuyor. Arkasından onlarca balık Deniz Kestanesine hücum ediyor tabi... Elimizle besliyoruz balıkları. Allahım bu bir sınav mıdır ne!.. Ben balık yemeyi çok severim. Ama gelin görün ki şimdi neredeyse bu balıklarla duygusal bir bağ kurmak üzereyim... "Kendine gel oğlum", diyorum kendime. "Ne yapıyorsun sen. Zaten pimpirikli birisin. Onu yemezsin, bunu içmezsin birde yemek menünden balığı çıkarırsan, bundan sonra ne b....k yiyeceksin... Höst! Kendine gel!.."


Geliyorum kendime. Sadece bu eşsiz güzellikte su dünyasını bunca yıl neden ihmal etmişim kendime hayıflanarak, bulunduğum anın tadını çıkarmaya çalışıyorum... Su altında daima kızımla yan yana yüzdük. Onunda çok mutlu olduğunu, biliyor en azından hissediyordum... Bir ara bir mağaranın önüne geldik ve o annesi ben ise eşim için birlikte elimizle bir kalp işareti yapıp, gönderiverdik...


Dalış lideri kıyıya doğru yüzmeye başlıyor. Bizde arkasından... Çıkıyoruz anlaşılan... Hiç bitmesin desekte, zamanımız bu kadar.. Bizden sonra dalış yapacak başka insanlar var... Çıkıyoruz tekneye, sualtını keşfetmenin muzaffer edasından kaynaklı yüzümüzdeki koca tebessümle... İlayda mutlu, Hazan hanım kızı mutlu olduğu için daha da mutlu ve ben onlar mutlu olduğu için hepsinden mutlu...

Çıkıp sarılıyoruz ailece birbirimize ve bu dalış için bizi zorlayarak teşvik eden Hazan hanıma sonsuz minnet ve teşekkürle...

GÜN DAHA BİTMEDİ...
Saat 15;00. Motelimizdeyiz... Bugün dalış günüydü. Ama günün geri kalanını da boş geçirmek istemiyoruz... Biraz dinlenmeyi müteakip adanın merkezini, altını üstüne getirmek istiyoruz...


Saat 16;30. Ada sokaklarını arşınlıyoruz. Hazan hanıma arka sokaklarda kaybolmak istediğimi söylüyorum... Dalıyoruz İşbankası'nın önündeki sokaktan. Tamda Kokina'nın önündeyiz. Burayı Hazan hanım çok seviyor ve mutlaka içeri girmeli bişeyler almalı. Öylede yapıyor, alıyor bu adayı bize hatırlatacak bişeycikler... Sonra ilerliyor, sokaktan sokağa geçiyoruz...


Adayı somururcasına, resmen içimize çeke çeke yürüyoruz. Ve geliyoruz yine geçtiğimiz yıldan aklımızda kalan, mavi masa ve sandalyeleri ile Salkım Hanımın yerine. Ben buz gibi karadut suyu içerken, Hazan hanımın mis kokulu kahvesi geliyor, güzel bir sunumla... Geçmiş günleri yadediyoruz baba, kız, anne... Huzurlu ve mutluyuz... Kalkasımız yok ama, kalkıyoruz... Hazan hanım yine geçen yıl ahbaplık kurduğu Cicirya'ya giriyor. Alıyor her çeşidinden mis kokulu el yapımı sabunlarından. Ve birazda keçi peyniri ile karadut reçeli...


Dönüyoruz motelimize. Bu akşam sahilde balık yeme niyetindeyiz... Öylede yapıyoruz. Geliyor taptaze ızgarada levrekler... Üzerine bir fatiha ile peynir tatlısını gömüp geçiyoruz, midelerimizdekilerle birlikte sallanmaya...

Elimizde maden suyu ve kahveler, salıncakta bir ileri bir geri tıngır mıngır sallanırken, içimiz geçiyor istemeden de olsa... Ve kalkıyoruz. Her zamanki gibi ben yatmaya, kızımla eşim Kaleköy gecelerine...



4.GÜN; 19.07.2019 Cuma...

Geldiğimiz günden beri sahildeki salıncaklara oturunca gözümüz; tam karşımızdaki metruk binanın arkasından bulunan çorak tepelere, kıvrıla kıvrıla uzanan yollara takılıp durdu... Ve bir akşam kızım; "Baba yarın oraya gidelim mi!" deyince, bizim bugünkü programda belli oldu. Aslında bu sabah bir yürüyüş programımız olacaktı ama buraya değil. Artık yarın sabah nereye gideceğimizi biliyoruz...

Sabah erkenden kalkıyoruz. Niyetimiz uzun bir yürüyüş yapmak ve yürüyüş sonrası kahvaltıyı da tırmandığımız tepede, denize nazır yapmak... Hazırlıyoruz kahvaltılıklarımızı, yerleştiriyoruz sırt çantamıza. Ve hala uyuyan kızımızı annesi ile beraber, uyandırıyoruz tatlı sözlerle...



Ve saatler 08;30'u gösterirken çoktan düşmüş oluyoruz yollara... Kaldığımız motelin hemen sağında denize paralel toprak yoldayız. Kızım ve eşimin keyiflerine diyecek yok. En önden neşe ile sohbet ederek yürüyorlar. Bir süre ağaçların gölgesinde toprak yolda ilerliyoruz ve sonra karşımıza tarlalar çıkıyor...





Kimisinde boyumuzca uzamış mısır ekili, kimisi ise çoktan biçilmiş, anızı kalmış sarı tarlalar... Sonra etrafı tel çitle çevrili küçük bir kulübe çıkıyor karşımıza. Yanına vardığımızda içinde sabah oburluğu ile bişeyler yiyen keçilerle karşılaşıyoruz. Birisi hariç diğerlerinin umrunda değiliz. İri cüssesi, uzun sakalı ve hançer gibi boynuzları ile bir teke yeme işini bırakıp anında bize doğru geliyor. Ön iki ayağını tel çitlere koyup tehditkar bir şekilde bize bakmaya başlıyor. Niyeti kötü. Ama nereden bilsin bizim niyetimizin kötü olmadığını. Bereket versin aramızda bir tel çit var. Yoksa bize bayağı bir sıkıntı çıkaracağı kesin... Neyse bizde ne onu nede haremini fazla rahatsız etmiyor, devam ediyoruz yolumuza. Yürüyoruz biraz daha. Ama hepsi bu. Önümüze çift zincir ve asma kilitle kilitlenmiş demir bir kapı çıkıyor. İleri gidiş yok diyor yani. Şaşırıyoruz... Biraz ötesi, tepeye çıkan toprak yol. Ne ekin var, ne bir ağaç ne de bir ev. Ne de bir uyarı işareti veya tabelası. Neden kapatılmış ki bu yol. Bakıyorum bir sağa bir sola; tel çit boyunca varmı, küçükte olsa bir geçiş deliği diye... Ama nafile... Çaresiz dönüyoruz geriye. İnternet haritalarda, bu bölgeye bakıyoruz hemen, burada ne var ne yok diye. Durum ortaya çıkıyor. Burası özel bir mülkmüş. Dağıyla, taşıyla, koyuyla!... Hiç önemli değil. Bugün alternatif başka bir yürüyüş rotamız daha var. Sabahın bu saatinde hiç görmediğimiz ama görmeyi çok istediğimiz bir yere doğru yürüyeceğiz... Kale...







Neşemizden zerre taviz yok. Güle oynaya geliyoruz Kaleköy'ün sokaklarına. Başlıyoruz yavaş yavaş tırmanmaya. Bu sefer hiç görmediğimiz sokaklara girip, sabah dinginliğinde daha bir alıcı gözle süzüyoruz taş evleri... Kıvrıla kıvrıla, sokaktan sokağa geçip nihayet geliyoruz kalenin yanıbaşına... Sırtımızı kalenin virane duvarına verip, çöküyoruz hemen denize karşı...Hazan hanım kan ter içinde. Kızımla birlikte onlar soluklanırken, ben kalenin hiç görmediğim Yıldız Koy tarafını keşfe çıkıyorum... Kalede bizden başka kimse yok. Santim santim geziyorum kalenin virane olmuş dörtbir köşesini. Aslında bu kalenin çok büyük olduğunu görüyorum. Ama günümüzde, yıkıntı üç beş duvardan başka bişey kalmamış. Sanki gözden çıkarılmış gibi günümüzde de yol geçen hanı olmuş...


Dönüyorum bizimkilerin yanına. Hemen oturduğumuz yerde, kuruyoruz kahvaltı soframızı. Rüzgâr efil efil, deniz masmavi, hava berrak, taa uzaklardan Yunan adalarından Semadirek tam karşımızda, bizde ise bir neşe atıyoruz ağzımıza Allah ne verdiyse... Tasavvur edilemiyecek bir ortamda, süper bir kahvaltı sonrası başlıyor biz Turinglerin bitmeyen sohbeti... Ama artık gitmeliyiz. Çünkü bugün gidilecek muhteşem yerlerimiz var... Çıktığımızdan daha hızlı bir inişle ve 5 km.lik bir sabah yürüyüşü sonrası geliyoruz motelimize... Turingler olarak öğlenden sonraki programımızın başlama saatini karara bağlayıp, çekiliyoruz odalarımıza...

Saat 14,00. Hazırız gitmek için. Evet bugün ilginç bir yere gideceğiz... Gökçeada'nın güney doğu sahillerine Aydıncık namı diğer, Kefaloz koyuna gideceğiz. Ve tabi öncesinde, koyun hemen yanıbaşındaki Tuz Gölünde, güzel bir çamur banyosu yapacağız...
Heyecanla çıkıyoruz yola. Burada bütün yollar ada merkezinden geçiyor. Bizde ada merkezine gelip, yine hiç içine girmeden arka sokaklarından vuruyoruz Aydıncık yoluna. Yollar asfalt ve oldukça güzel. Manzarada güzel. Her yer yeşil. Tepedeki ada mezbahanesini geçince, çok güzel bir vadi manzarası sizi bekliyor. Zamanınız varsa bir kaç dakikalık seyir molası verebilirsiniz. Biz vermedik çünkü biran önce Tuz Gölü ve Kefaloz'a kavuşmak istiyoruz...
Çok sürmüyor yaklaşık on dakika sonra Eşelek köyünden geçip, varıyoruz Aydıncık'a... İlk dikkatimizi çeken şey tesisler ve daha önceki koylarda da gördüğümüz araba çokluğu. Artık araba yoğunluğuna şaşırmıyorum... Sörf eğitim merkezlerinin de burada olduğunu belirtmek isterim. Burası rüzgarı ile ünlü. Ve haliyle "Kite ve Rüzgar Sörfleri" için çok uygun bir koy...


Sağımızda koy, solumuzda Tuz Gölü. Bırakıyorum aracımı diğer araçlardan biraz uzak ama kafamı rahat ettiren bir yere...


Ailece önce Tuz Gölüne çeviriyoruz yönümüzü... Geliyoruz Tuz Gölünün yanıbaşına. Mayolarımız üzerimizde, önce çekinerek atıyoruz adımlarımızı, suyun içine. Su dediysem, göl dediysem öyle metrelerce derinliği olan göl anlaşılmasın. Bu mevsimde suyun derinliği, ayak bileklerimizi geçiyoor, geçmiyor. Hepsi o kadar. Sulu çamurda yürüdüğünüzü düşünün... Ama çok keyifli olduğu kesin... Su güneşten öyle ısınmış ki hamam suyu gibi. Yürüyoruz bir süre yanyana Hazan hanım, İlayda ve ben suyun içerisinde. Sonra artık vakit geldi diyoruz kızımla birlikte.


Ve başlıyoruz ellerimizi suya daldırıp, avuç avuç aldığımız çamuru vücudumuza sürmeye. Bu iş kızım için bir eğlenceye dönüyor, açıkçası benim içinde. Çok sürmüyor, korku filmlerinden fırlamış karakterlere bürünüyoruz... Artık gerisini siz düşünün. Birbirimize bakıp bakıp gülüyoruz. Çocuklar gibi şeniz... Doyasıya kalıyoruz burada...





Artık çamurlarımızdan arınma zamanı. Başlıyoruz hemen yanıbaşımızdaki denize doğru yürümeye... Güneşin altında parlayan altın sarısı incecik kumların üzerinden, doğruca denize dalıyoruz... Dalıp dalıp çıkıyor, üzerimizde kurumuş çamurlardan kurtulmaya çalışıyoruz. Ve sonrasında akvaryum gibi berrak denizde gelsin kulaçlar... Yüzerken denizin içinde bir tane olsun taş göremiyorum, her yer kum... Kum plajdan başlıyor denizin içinde de kesintisiz devam ediyor... Dersiniz denizin dibi çöl. Evet yanlış duymadınız. Denizin tabanı tıpkı çöllerdeki gibi alabildiğine dalgalı kum tepeciği... Yani burada insanın ayağına taş değmez. Pamuk gibi deniz... Ama düşünüyorum da en azından ben denizin içinde biraz atraksiyon olsun isterim. Kayalar, kestaneler, balıklar, binbir çeşit deniz kabukluları ve yosunlar... Tamam berrak olsun ama bunlarda olsun, değilmi yani... Yinede böylesini sevenlere de tabiki bişey diyemem... Şu Gökçeada'nın hemen hemen bilinen bütün koylarında denize girdim. Ve rahatlıkla söyleyebilirimki benim için en güzel koy, tartışmasız içindeki canlı çeşitliliği ile Mavi Koy birinci sırada gelir...Neyse bunlar benim düşüncelerim. Peki bunları niye paylaşıyorum. Eğer yolunuz buralara düşerse, size bir fikir versin diye yazıyorum. Yoksa başkaca bir maksadım yoktur...




Neyse çıkıyorum denizden. Koyun burun tarafına, Sörf yapanlara doğru yürüyorum biraz. Amacım sörfçüleri daha yakından fotoğraflayabilmek...

Sabah erkenden doğa yürüyüşü, öğlenden sonra çamur banyosu, deniz derken sevgili kızımda yorgunluk belirtileri baş gösteriyor... Saatler 17;00'ı gösterirken, ayrılıyoruz Tuz Gölü ve Aydıncık koyundan....


Ada merkezinden geçerken, market alışverişi yapıyoruz. Hazan hanım ve kızımın canı mangal istiyor... Geliyoruz motelimize. Herkes duşunu alıp istirahate çekilirken, ben mangal yakma hazırlığına başlıyorum...



Ve yakıyoruz günbatımına karşı, denizin kenarında mangalımızı. Ailece çok huzurlu ve mutluyuz. Güzel sohbet ve gülen yüzler ile günün bütün yorgunluğu uçup gidiyor... Yemek sonrası her zamanki gibi kahve fincanlarımız ellerimizde, atıyoruz kendimizi salıncaklara... Yüzümüzü yalayan serin bir yele karşı, hafifçe ileri geri giden salıncakta mutluluğumuz tavan yapıyor...


Ama bu son gecemizi, burada salıncakta sallanarak geçirme niyetinde değiliz... Kaleköy sokaklarına çıkmalıyız. Hem artık vedalaşacak yeni dostlarımız var burada. Haber vermeden gitmek olmaz... Çıkıyoruz Kaleköy'ün renkli sahiline, gece yarısına dakikalar kala. Önce burada tanışıp arkadaş olduğumuz insanlarla vedalaşıyor, sonra oturuyoruz efil efil esen bir kafeye...

5.GÜN; 20.07.2019 Cumartesi...

Ben sabahın köründe ayaktayım. Hayret halbuki akşam oldukça geç yatmış, bu sabahta en azından 8'e kadar yatmayı düşünmüştüm. Ama neredeee... Bizimkiler hala derin uykudalar... Sessiz olmaya çalışıyorum. Uyuyabildikleri kadar uyusunlar. Çünkü bugün dönüş yolunda, nasıl olsa yorulacaklar, diyorum...

Sahi, ne kadar da çabuk geçti, koskoca beş gün. Açıkçası ada'ya ilk geldiğimiz gün biraz korkmuştum; beş gün boyunca ne yapacağız, nasıl zaman geçireceğiz, diye... Ama şimdi bakıyorumda hala gidemediğimiz, göremediğimiz ve hatta doyamadığımız yerler vardı... Geçen yıl üç günde bitmeyen ada, bu sene beş günde de bitmemişti... Demek ki seneye en az bir hafta kalmalıydık burada...


Biz ailece çok sevdik bu adayı. Biliyorum ki seneye bir haftada yetmeyecek bize... En iyisi biz buradan bir ev bakalım... Ha, ha ha.... Sevgili dostlarım, şaka bir tarafa, sahiden bu işin sonu iyi görünmüyor...


Evet bugün son gün... Toparlandık, eşyaları arabaya yerleştirdik. Bişeyler atıştırıp kahveler elimizde doğruca denizin kenarında, ....? kurulduk... Tahmin ettiniz değilmi. Evet doğru tahmin. Salıncaklara....

Tıngır mıngır, bir ileri bir geri... Artık veda zamanı... Salıncaklara, eşsiz mavilikteki koylara, Kaleköy'e, rengarenk gecelerine, Kaleden gün batımına, Zeytinliköy'deki Madam Mari'nin kahvesine, Efi'nin badem kurabiyelerine...


Saat 17;00. Kuzu limanında, dönüş feribotundayız... Elveda Gökçeada, elveda İmroz...

Murat Turan -2019

16 yorum:

  1. Yılmaz Balkan24 Temmuz 2019 07:46

    Gökçeada'ya gitmeden okunması gereken bir yazı...Teşekkürler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yılmaz Balkan bey, yazımı okuyup beğendiğiniz için ben de sizlere teşekkür eder, esenlikler dilerim...

      Sil
  2. Nurcan Gödenli24 Temmuz 2019 08:11

    Biraz uzun olmakla beraber okumaya başlayınca müthiş keyifli bir seyyahatname.Emeginize ayaklarınıza sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Nurcan Gödenli hanım, öncelikle sabırla yazımı sonuna kadar okumanıza ve sonrasında yaptığınız güzel yorumunuza çook teşekkür ediyorum... Başka yazılarımda buluşmak üzere, sağlıcakla kalın...

      Sil
  3. Ada sendromu yaşamadan bu kadar güzel günler geçirmeniz olağanüstü.Basarılar.Ada tanıtım broşürü olmuş bu yazı.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hakan Soycan bey, emin olun ada ile ilgili yazımda belirttiğim ailece hissedilen duyguların eksiği var fazlası yok. Yazıyı tanıtım broşürü olacak kadar begenmeniz ve bu güzel yorumunuz için çook teşekkürler...

      Sil
  4. Atakan Özgür24 Temmuz 2019 08:24

    Murat Bey uzun zamandır yazılarınıza erişim sorunu yaşıyorum. Siz kaynaklı olmadığını idrak ettikten sonra spam yediğimi veya blogunuzun erişim engelini takıldığını düşünerek son bir şans olarak VPN yükledim.Ve haklı olduğum anlaşıldı.Ulkemizde güzel olan her şey baltalanıyor sizde buna dahil oldunuz.Umarim her şey gönlünüzce olur

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Atakan Özgür bey, inanın yorum yapanlar içinde sizin isminizi görünce, yıllar sonra eski bir dostu görmüş kadar sevindim. Evet maalesef blogumu takip eden bütün okuyucularım biranda kayboldu. Yani sizinde dediğiniz gibi spam yedi... Tüm okuyucularımla bağlarımız kesildi. Bu süreçte benim elimden hiç bişey gelmedi. Son dört beş yazıma bakarsanız hiç yorum göremeyeceksiniz. Çünkü okuyucular erişim sağlayamadı.. Bu olayı sizin çözmüş olmanıza çok sevindim. Umarım diğer okuyucularımda sizin izlediğiniz yöntemle bir gün yazılarıma ulaşmayı başarırlar... Kesintisiz başka yazılarımda buluşmak üzere mutlu günler diliyorum...

      Sil
  5. Murat bey o kadar güzel kaleme almışınız,ki 40 yıl önceki anılarımı canlandırdınız 1 hafta hava muhalefeti sebebi ile zorunlu kaldığım güzel gökçeadayı gezme imkanına kavuşmuştum dereköy bademli köy kaleköy ve zeytinli köyü gezmiştim o yıllarda bu köylerde rum vatandaşlarımız yaşamakta idi şimdi durum nedir bilmiyorum iki ülke arasındaki siyasi gerginliğin buradaki yaşamıda çok etkilediği o günlerde tedirgin yaşayan her iki halkın kaderi oldu adeta muhteşem anlatımınızda köyleride özellikleri ile anlatmışınız teşekkür ederim kısmet olurda tekrar gidersem gökçeadaya gökçe ada geziniz rehberim olacaktır.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Zeki Akçeken bey, 40 yıl az bir zaman değil. Bencede anıları tazelemek için gitmelisiniz. Güzel yorumunuz için çok teşekkür eder, esenlikler dilerim...

      Sil
  6. Merve Sancak (Kerem Açıkgöz)24 Temmuz 2019 13:35

    Murat abi ben Kerem.Nasil oldu neden oldu bilmiyorum ama sayfan hiç açılmadı Merve bakınca gördü okuyunca sorun sadece bende değilmiş anladım şimdi VPN midir ne merettir bende onu yükleyeceğin çok üzüldüm Murat abi seni kaybettim diye benim telden sana ulaşamıyorum ama şimdi vaktim başka arkadaşlardan görüyorum sayfanı buna şükür Murat abi kavuştuk ya sorun yok artik

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kerem Açıkgöz kardeşim, maalesef teknolojik savaşlar hiç anlamadığımız birşey. Blog yazılarıma sıklıkla yorum yapan herkes sistem taranfından spamlanmış. Umarım bundan sonra sorunsuz devam ederiz... Bende kavuştuğumuza çok sevindim... Kendine iyi bak mutlu kal kardeşim...

      Sil
  7. Ergun Aydınlı24 Temmuz 2019 13:38

    Hele bakin kim gelmiş HOSGELMISSSSS

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ergun Aydınlı bey, çook teşekkür ederim. Sanırım yorumlardan meseleyi biliyorsunuz. Bakalım bundan sonra nereye kadar. Umarım kesintisiz devam ederiz... Müteakip yazılarımda görüşmek üzere kendinize iyi bakın, esen kalın...

      Sil
  8. Gülnihal Çepiç24 Temmuz 2019 21:03

    Sizi tekrar okumak kısmetmiş. HOSGELDINIZ

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gülnihal Çepiç hanım, hoş bulduk.
      Sizlerde bloguma tekrar hoşgeldiniz... Yorumlarda eski dostların isimlerini görmek mutluluk verici...

      Sil