İzleyiciler

5 Temmuz 2020 Pazar

DİKİLİ KAMP- NEBİLER ŞELALESİ (30.06/01.07.2020)


DİKİLİ KAMP- NEBİLER ŞELALESİ (30.06/01.07.2020)

Bugünlerde havalar çok sıcak, çook. Neredeyse Haziran bitti, yaz mevsimini çoktan yarıladık. Ve biz evlerimizde çok sıkıldık çok. Ne yapmalı ne etmeli, kaçmalıyız bir yerlere... Gündüz bir güzel deniz keyfi yapmalıyız. Ve gecenin karanlığında şöyle sırtını verip oturmalı sandalyeye, önce yıldızları seyretmeli doyasıya ve sonrasında kulağımıza gelen şıpır şıpır dalga sesli yakamoz ışıltılı denizi... Yine hiç susmamacasına sohbet etmeliyiz dostlarla, tepemizden vuran ayın ışığı altında... Mutlu olmalıyız, çok ama çok mutlu... Ve sonra birden bire yanımızda olmayan sevdiklerimiz aklımıza gelmeli. Hüzünlenmeliyiz onsuz geçen zamana ve onu yüreğimizin en derininde hissederek...

Evet dostlar aslında tek derdimiz mutlu olmak. Ee bizim gibi doğaseverleri ne mutlu eder derseniz, tabiki tabiat ananın kucağında, dostlarla yapılacak bir kamp...

Nereye ve ne zaman gidileceği konusunda Yalıç ailesi ile konuşuyor, anlaşıyoruz... Ve kamp için geçen sene Hazan hanımla başbaşa gidipte tadı damağımızda kalan Dikili Bademli'ye gitmeye karar veriyoruz . Hemencecik bir program yapıyor, başlıyoruz hazırlıklara...

1.Gün; 30.06.2020 Salı...
Sabah kahvaltısını kamp alanında yapacağız.
Onun için daha gün doğmadan sabahın beşinde kalkıyor, köpekleri çözüyorum zincirlerinden. Koşsun, zıplasın enerjilerini atsınlar diye. Sonra kümese gidiyor, su ve yemlerini veriyorum tavuk ve ördeklerin... Biraz bahçe ve bostan işleri derken saat neredeyse 7;00 oluyor. Uyandırıyorum bizimkileri ve kısa bir süre içinde çıkıyoruz evden... Hazan hanım çok mutlu, kızımda öyle. Neşe içinde ilerliyoruz Burhaniye'ye doğru. Ve birden Hazan hanımın yiyecek çantasını evde unuttuğunu söylemesi ile zınk diye duruyor ve geriye dönüyoruz... Ama neşemizden zerre ödün vermiyoruz. biraz zaman kaybının kime ne zararı olabilir ki. Geç olsun güç olmasın diyor, aynı neşe frekansı ile seyrediyoruz Gömeç'e doğru. Aile dostlarımız Yalıç çifti ile yol üzerindeki bir benzin istasyonunda buluşup devam edeceğiz... Ve planlanandan 20 dakika sonra geliyoruz buluşma yerine. Onlar hiç inmiyor arabadan, biz inip gidiyoruz yanlarına. Kısa bir selamlaşmanın ardından hiç oyalanmadan ard arda iki araba, düşüyoruz Dikili yollarına...

Hava oldukça açık ve güneşli. Bizim içimiz ise kıpır kıpır. Mutluluktan konuştukça konuşuyor Hazan hanım. Görende derki yedi yıldızlı bir otele tatile gidiyoruz. Ama bilmezler ki iki gönül bir olunca bir santimlik mat bile kuş tüyü yataklardan daha yumuşak gelir bize, hele birde gecenin karanlığında ayın şavkı üzerine düşmüşse denizin, yanar döner şıpırtılı dalga sesleri en güzel şarkılarını söyler size. Ve yüzünüzü gözünüzü okşar gibi size doğru gönderdiği esinti ile çekersiniz mis gibi iyot kokusunu taa ciğerlerinizin en derinine... İşte bundan ötürüdür içimizdeki bu kamp sevinci ve bu sevince dostlarıda ortak etmenin heyecanı...


İşte bu duygularla basıyoruz arabanın gazına. Ve çok sürmüyor asfalt yollardan yağ gibi akıp, Ayvalık, Altınova, Dikili, Bademli derken nihayet geliyoruz kamp alanımıza...


Saat 10;00... Arabalarımızı denize nazır teraslardan birine çekip hemen indiriyoruz malzemelerimizi. Sabah kahvaltısı için masalar kuruluyor, çaylar demleniyor hemencecik. Ve ben Suat abi ile birlikte kahvaltı öncesi küçük bir deniz keyfi yapmak istiyor, koşarcasına denize giriyoruz. Deniz akvaryum gibi. Kalbimiz sevinçten kıpır kıpır, atıyoruz bir süre kulaçları ardı ardına, denizin mavisini köpüklere boğup yırtarak...


              


Ve çıkıyoruz, vücudumuzdaki tüm yorgunluğu denizde bırakarak. Ama hemen kahvaltıya gitmiyoruz tabiki. Şimdi birde günahlarımızdan arınmalı, yaklaşık 40 derecelik sıcaklığı ile ılıca suyuna girmeliyiz... Evet yanlış duymadınız, deniz ile koyun koyuna kıyıda suları birbirine karışan, insan eli oluşturulan minik havuz localarından birinin içine giriveriyoruz hemen... Ne büyük bir saadet... Akvaryum gibi deniz ve hemen yanıbaşında sıcacık tatlı ılıca suyu... Ha bu arada tam karşımızda boylu boyunca uzanan kara parçasının da Kalem adası olduğunu belirtmeliyim... Ve hemen arkasında göremediğimiz ama orada olduğunu bildiğimiz Garip adası... Varın siz düşünün nasıl bir yerdeyiz...



Her neyse sadete daha doğrusu kahvaltıya gelelim. Denizden çıkınca birde görüyoruz ki hanımlar arı gibi çalışmış şahane bir kahvaltı masası hazırlamışlar... Teklif beklemeden hemen oturuyoruz masaya. Önümüze ne konulmuşsa yiyoruz büyük bir iştah ve neşeyle... Sonra aheste aheste içilen keyif çayları eşliğinde bitmeyen sohbetler başlıyor... Mutluyuz...


Gün ilerlemeden çadırları kurmalıyız diyor, bitmeyen sohbeti bitiriyoruz hemen... El birliği ile kısa sürede çadırları ve çadırların hemen arkasındaki iki zeytin ağacının arasına ise hamağı kuruyoruz...


Bu arada gece gündüz, arabada ve hatta şimdi dahi ders kitabını elinden bırakmayan kızımdan bahsetmeliyim sizlere. Bu sene kızım lise son sınıfa geçti. Eh haliylede seneye üniversite sınavlarına girecek. Başarısız olmak asla istemiyor. Bu yüzdendir ki bizi korkutacak derecede derse kitaba gömülmüş durumda. Bazen elinden zorla test kitaplarını alıp yatırdığımız oluyor annesi ile. Onu buraya biraz rahatlasın diye getirdik ama, o yine burada da tam gaz ders çalışıyor. Umarım emekleri boşa çıkmaz güzel kızımın...


Gün ilerledikçe, sıcak bastırdıkça tekrar denize girmek istiyoruz. Suat Songül çifti ile Tülay hanım hemencecik hazırlanıp, kendilerini bizden çok önce atıyorlar denizin içine.


Ders başındaki kızımı da ikna ediyorum deniz için. Denizin onu rahatlatacağını, zihnini açacağını ve çalıştığı dersi daha kolay kavrayabileceğinden dem vuruyorum. Ve hep birlikte neşe içinde giriyoruz denize... Kızımda yüzmeyi, açılmayı çok sever ben gibi. Atıyoruz Kalem adasına doğru baba kız kulaçları ardı ardına. Zaman zaman bir nefes alımı durup birbirimize espiriler yapıp gülüyoruz. Tabir yerindeyse altını üstüne getiriyoruz denizin... Ve tadına varmış olarak çıkıyoruz.


Kimimiz hamakta, kimimiz sandalyede ve kimimiz ise bir ağaç gölgesinde yorgun bedenler nereye denk gelirse oraya atılıyor. Taa ki akşam yemek saatine kadar...

Deniz insanı yorar derler ya. Tas tamam doğru bir saptama diyebilirim. Normalde yemeği pek aramayan ben şimdiden acıktım. Halbuki sabah nasılda yemiştim. Hiç acıkmam diliyordum... Kamp arkadaşlarım da benim gibi acıkmış olmalılar ki normalden biraz daha erken yiyeceğiz, akşam yemeğini...


Saat 18;00... Mangal yapacağız. Sosis, köfte ve tavuk... Ve yanında şahane bir salata ve pek tabiki birde patates... Çocukluğum patates tarlalarında geçti. Patatesin her türlüsünü haşlanmışından tutunda, kızartmasına, közde pişirilmişine - şimdi buna kumpir diyorlar- aşırı derecede severim... Aksine Hazan hanımda hiç sevmez... Onun içindir ki bugün Songül hanımın haşlanmış patates getirdiğini görünce dünyalar benim oluyor...



Yakıyoruz mangal ateşini hemen ve ilk önce sosisleri atıyoruz üzerine. Ve sonra diğerlerini... Tıka basa yiyoruz ama yinede bitiremiyoruz, önümüzdekileri. Misafirimiz olan bir kedide tıka basa doyuyor bizim gibi. Önümüzde kalıyor her şey... Ama ziyan etmiyoruz, bir kısmını kendi hayvanlarımız için alıp geri kalanını bırakıyoruz sokak hayvanları için...


Kamp yaptığımız yerin kat kat taraça yapısına sahip olduğunu daha önce söylemiştim sizlere. Yemeği denize daha yakın olan bir alt terasta yemiştik. Ama şimdi yüzümüze vuran güneşin olanca sıcaklığı ile tekrar bir üst terasa taşıyoruz sandalyelerimizi... Ve mideler dolu, yaslanıyoruz denize nazır sandalyelerimize... Yüzlerimizde tebessümle herkes mutlu, sohbetlerimiz neşeli...



Güneş son kızıllığı ile Kalem adasının arkasından el sallıyor bize. Sahile iniyoruz tekrar. Çıkıyoruz bir kayanın çıkıntısına, inanılmaz içsel bir huzurla, bir süre dalıyoruz ta uzaklara. Ve ustanın denize ve ölüme dair mısraları geliyor aklımıza;

".........
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum! ...N.Hikmet"


Saatler gecenin 9 buçuğunu gösteriyor. Ve Suat abi tutturuyor gecenin bu alaca karanlığında illa denize gireceğim diye. Yanına bulamıyor kimseyi ama yinede gidiyor kendisi . Şöyle bir dalıp çıkıyor denizin karanlık sularına. Ve sonra geliyor mutlu yaramaz çocuklar gibi yanımıza...




Yüzlerimiz denize dönük herbirimiz yaslanmışız oturduğumuz sandalyelere. Dolunaya sayılı günleri kalan ayın aydınlığı, kampımızı gün gibi aydınlatıyor. Gökyüzü berrak ve yıldızlarla dolu. Hava sıcak mı sıcak. Kısacası bu akşam ne ateş nede fenere ihtiyaç duymuyoruz. Ama sıcacık gönüllere dokunan sohbetlerimiz oluyor. Konuşuyoruz sağdan soldan, hayata dair her şeyden. Geçmişten gelecekten ve en çokta özlemle andığımız yanımızda olmayan, olamayan sevdiklerimizden...

Gökteki yıldızlara bakıyoruz bir ara. Bak işte şu büyük ayı, şu kuzey yıldızı diye birbirimize gösterip duruyoruz yıldızları... Benim nedense hemen aklıma Merih abi geliyor. Gerçi bugün ne zaman Tülay hanım konuşsa hemen aklıma onun sevgili eşi Merih abi geliyordu. Garip hisler içindeyim. Öyle ya Hazan hanım gibi Songül hanımın da sevdiceği yanıbaşında ama ya Tülay hanımın sevdiceği... Maalesef o yok burada. Çünkü o artık gökyüzünden bakıyor bizlere... Ve onu kaybettiğimizi öğrendiğim gün bakın neler hissetmişim;

"Bugün hava sıcak, bulanık, içimizde bilinmez bir sıkıntı,
Bilmiyoruz ki dostlarımızın ciğerine ateş düşmüş,
Kapılardan sığmaz, aslan yiğit Merih ağabeyi hakka yürümüş,
"Acelen ne! Daha çok şey var konuşacak, dur gitme!" diyemeden.
Biliyoruz, şimdi ışıklar içindesin,
Kimbilir, belki yıldızlardan bizi seyrediyorsun,
"Tekneyle bir daha açılırız", desek,
Gelirmisin bizimle, kalbini teslim alan mavi denizlere.
Şimdi Songül'ün abisi kim olacak, Damla kime baba diyecek.
Acelen neydi be, acelen ne Merih Ağabeyi.
Ruhun şad olsun, ışıklar içinde uyu...
M.T- 03.08.2018"

Saat 11;30 oluyor... Müsaade istiyorum yatmak için arkadaşlarımdan ve giriyorum çadırıma... Çook yorgunum. Giriyorum uyku tulumuma, koyuyorum başımı yere...

2.Gün; 01.07.2020 Çarşamba...

Saat 05;00... Denizden gelen balıkçıların sesi kulaklarımda uyanıyorum. Öyle deliksiz uyumuşumki. Mutluyum. Ama hemen çıkmıyorum dışarı, çadırın içinde biraz daha uyu uyan şeklinde keyif yapıyorum...



Saat 06;30. Artık yeter diyor çıkıyorum çadırımdan. Çadırdan çıkar çıkmazda kamp alanımızda sessiz sedasız yiyecek arayan köpekleri görüyorum. Masanın üzerindekilere hiç dokunmamış, muhtemelen akşamdan sağa sola bıraktığımız kırıntıları topluyorlardı...


Suat abide uyanmış biraz daha aşağıda sandalyesine oturmuş olarak, sabahın dinginliği ve güzelliği üzerinde masmavi denizi seyrediyordu... Benim ayak seslerim ile kalkıyor sandalyesinden ve yanıma geliyor. "Kardeş yürüyecek miyiz" diyor. "Evet abi, yürüyeceğiz" diyorum. Akşamdan bu sabah için biraz yürüyüş yaparız diye konuşmuştuk Suat abi ile...


Hiç oyalanmıyoruz ben ayakkabılarımı giyiyorum, yanımada bir şişe su alır almaz, başlıyoruz zeytinlerin arasından yukarı doğru tırmanmaya.



Tırmandıkça kamp yaptığımız masmavi ılıca koyunu arkamızda bırakıyor ve kızıl çamlar arasındaki asfalt yola çıkıyoruz. Planladığımız rota, biraz asfalt yoldan ilerleyerek Hayıt koyuna inmek ve buradan da gidebildiğimiz ölçüde kıyıdan ve sonra küçük bir tırmanışla hemen önümüzde ki tepenin ardındaki, kamp yaptığımız koya inmek...




HAYIT KOYU...
Neyse yürüyoruz neşe içinde, şahane bir coğrafyada yaşamanın keyfi ile ve geliyoruz Hayıt koyuna inen toprak yola. Buralara sizinde bizim gibi bu mevsimde yolunuz düşerse eğer, sakın ola ki Hayıt koyunu nasıl bulabiliriz diye hiç endişe etmeyin. Çünkü etrafınızdaki mor çiçekleriyle sayısız Hayıt'lar, size doğru adreste olduğunuzu hemencecik söyleyecektir... Diyelim ki geldiniz bu koya. Peki bizi ne bekliyor derseniz. Öncelikle şahane bir deniz bekliyor sizi. Küçükte olsa ince kumlu bir plajda bonusu. Sonra etrafımda azda olsa insan olsun diyorsanız, çadır kurma imkanıda var... Eh daha ne olsun...

Neyse, müsaadenizle oyalanmadan biz yürümeye devam edelim. Şimdi bizimkileri kampta merak içinde bırakmayalım, olur mu!..



Vuruyoruz, Hayıt koyunun sağındaki kayaların üzerinden, seke seke hafifçe yükselerek kıyı boyunca. Belli belirsiz patika bizi tekrar, yekpare kayalıklardan oluşan, bir deniz kenarına indiriyor... Karşımızda, Kalem adasının güneye uzanan burnu ve onun hemen arkasında, sanki onun bir parçasıymış gibi duran Garip adasını görüyoruz. Gök mavinin altında boylu boyunca uzanan masmavi deniz, tüm cazibesi ile bizi bizden alıyor, içine içine davet ediyor insanı...
Ama gitmeliyiz, bekleyenlerimiz var bizim... Yinede bu manzara karşısında, hemen aklıma düşüveren ve uzun zamandır haberini alamadığım, kıymetli yol göstericim Dilek Kapusuz hocamdan bana gelen şu dizeleri, sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim...

"Renklerin mavisiyim ben
Gök mavi deniz maviyim.
Acılarım dinmesede
İçimdeki ateş sönmesede
Umuda serüvenim hiç bitmez..."

(Umarım iyisindir güzel yürekli, yüreğimizi yarım bırakıp giden insan...)



Kıyıdan yürüyerek geçmek imkansız. Hemen sağımızdan vuruyoruz, belli belirsiz boşluktan yukarı. Tırmanıyoruz tepeye doğru. Bir kaç kızılçamdan hemen sonra yarı belimize kadar, her bir dalı bıçak gibi batıcı ve kesici dikenli bitkilerin içinde buluyoruz kendimizi. Yol yok, iz yok. Altımızda pantolon yok, şort var.


Bacaklar çırılçıplak. Nerede boşluk bulursak, adımlarımızı oraya atıyoruz. Ne yapsak ne etsek 2- 3 adımda bir hafif bir sızı ile içimiz çekiliyor. Sanki birisi bacaklarımızı jletle doğruyor. Ah bi çıkabilsek şuradan. Ana yoldan araç sesleri geliyor. Yavaş adımlarla ama mutlaka bir taraflarımızı çalıya çırpıya ve adını bilmediğimiz yeşil yapraklı ama yapraklarının kenarları yüzlerce dikenli bitkilere bacaklarımızı çizdire çizdire ana yola doğru yürüyoruz. Ve nihayet çıkıyoruz en tepeye ve de kızılçamlar içine... Derin bir oh çekiyoruz.


Korkuyoruz kan revan içindeki bacaklarımıza bakmaya... Ama hemen altımızda uzanan Hayıt koyunun muhteşem manzarası ile tüm sızılarımız uçup gidiyor...



Bir kaç dakikalık manzara izleme molasını müteakip, revan oluyoruz tekrar yolumuza. Ve çok gitmiyoruz ki hemen karşımıza, kızılçamlar arasında bir boşluğa atılmış bir kaç koltuk ve onlarca can yeleği görüyoruz. Belli ki kaçak geçiş yapan göçmenlerin, bir süreliğine sığınağı olmuş burası. Ne büyük bi acıdır; insanın vatanını, atasını, toprağını geride bırakmak. Bin bir umut ve korkularla, küçücük çocuklar kucaklarında, o deniz botuna sıkış tepiş binebilmek... Bilinmeze yelken açıp, itilip kakılmak, sadece hayatta kalabilmeye çabalamak... Korkunç üzücü bir durum... Bir kez daha minnet duyuyorum, bu cennet vatanı bizlere armağan eden sevgili atama, silah arkadaşlarına ve bizler için canlarını feda edenlere... Ruhları şad olsun...



Çıkıyoruz kızılçamların arasından, giriyoruz zeytinliklerin arasına. Ve çok sürmüyor zeytinliklerin arasından muhteşem ılıca koyunu görüyoruz yeniden. Muhteşem deniz manzaraları eşliğinde, tatlı bir inişle nihayet geliyoruz kamp alanımıza...


Bizimkiler kalkmış, sabah sohbeti eşliğinde kahvaltı hazırlığındalar. Ama kahvaltı öncesi şöyle bir güzel deniz diyoruz Suat abiyle...

Saat 10;00. Kahvaltı bitiyor. Gitmeliyiz artık. Ağırdan alarak çadırları söküyor, toplanmaya başlıyoruz...




Çıkıyoruz yola, çok sürmüyor Bademliye geliyoruz. Sabah kahveleri burada içilecek. Oturuyoruz Boncuklu Kahvenin, rengarenk ahşap sandalyelerine. Tepemizde onlarca nazar boncuğu sallanıyor. Kahvede ismini, bu boncuklardan almış olmalı. Çok güzel sohbet ediyoruz, bir kahve içimi kadar... Dönüşte kamp arkadaşlarımı, bu bölgenin en güzel koylarından biri olan, Killik koyuna götürmeyi düşünüyorum. Ama Suat abinin teklifi ile Killik koyu yerine, Aşıklar Şelalesine gitmeye karar veriyoruz...
Kalkıyoruz boncuklu kahveden ve düşüyoruz tekrar yola. Dikiliyi geçip, İzmir Çanakkale yoluna çıkıyoruz. Çok sürmüyor, Altınovadan sonra yine çıkıyoruz ana yoldan.


Gideceğimiz şelale Nebiler köy sınırları içinde. Şelale buradan yaklaşık 5 km içeride. Yollar son bir km hariç, asfalt ve oldukça güzel... Gökçeağıl köyünün çıkışından sola dönünce, hoop şelaledesiniz... Neden mi bu kadar ayrıntı veriyorum. Çünkü şelalenin bulunduğu arazi, özel mülkiyet. Ve bu mülkiyetin sahibi, içindeki değerleri kendince o kadar güzel korumuş ve sahiplenmişki. Bu benim çok hoşuma gitti. Tabiki içeride çay kahve içip, bişeyler yiyebileceğiniz bir tesiste var. Giriş ise araba başı 10 TL. Yani şahane. Şimdi dilerseniz biz ne görmüş, ne yapmışız sizlere bir bir anlatayımda, en iyisi gerisine siz karar verin... Hadi bakalım, yaslanın arkanıza....



NEBİLER AŞIKLAR ŞELALESİ...
Arabalarımızı bırakıyoruz, otopark olarak ayrılmış zeytin ağaçlarından birinin altına ve hemen yanıbaşımızdaki tesise zakkumlar içinden yürüyerek giriveriyoruz. İçeride bizi, çok seri konuşarak hem hoşgeldin diyen hemde yönlendiren Azat karşılıyor. Kısaca içeride bizi nelerin beklediğini ve neler yapmamız gerektiğini anlatıyor... Bu arada yön levhalarının olduğunu da belirtmeliyim...





İlk önce mağarayı göreceğiz. Rengarenk zakkumların içinden geçip, düşüyoruz bir patika yola. Önce taşlar kayalar derken, bir anda kendimizi cennet gibi bir yolda buluyoruz. Dört bir yanımız renklerin binbir çeşidine bürünmüş zakkumlar ve yemyeşil yapraklı çınar ağaçları ile donatılmış. Patikanın hemen yanıbaşından, şırıl şırıl berrak bir dere akıyor. Açıkcası burası daha şimdiden içine alıveriyor bizi. Anlaşılan bugün buradan, çok mutlu ayrılacağız...




İLK DURAK MAĞARA...
Yürüyoruz taşlık kayalık patikada ve devasa boyutlarda bir kayanın yanından geçer geçmez, karşı karşıya geliyoruz, koca ağzını aralamış mağara ile... Mağaranın içinden çıkıp, aşağılara doğru akıveren bir dere var. Hiç oyalanmadan dalıyoruz derenin içine ve eğilerek giriyoruz ağzından mağaranın.





Mağaranın her tarafından su damlıyor üzerimize. Dizlerimize kadar su içerisindeyiz ve ilerledikçe tavan yükseliyor, ortam zifiri karanlık oluyor. Hemen yakıyoruz cep telefonlarımızın fenerlerini, başlıyoruz ilerlemeye. İlerledikçe, gördüğümüz olağanüstü oluşumlar mağaraya karşı hayranlığımızı artırdığı kadar, derinlere doğru uzayıp giden karanlık dehlizler de bir o kadar ürkütüyor bizi. Yinede merakla acaba ileride daha başka neler var diye karanlığa doğru bir kaç adım adım daha atıyoruz.  Ve adım atmamızla birlikte, tepemizde çığlık çığlığa uçuşan yarasalar, yüreklerimizi ağzımıza getirip, bizi geriye püskürtüyor... Şimdi diyeceksiniz şuncacık şeyden mi korktunuz. Yok yahu biz öyle mahlukattan korkacak adammıyız. Bizim korkumuz, hani korona virüs belası var ya! Hah! İşte ondan bunlarda da vardırda, dertsiz başımıza iş alırız diye, korkuyoruz...(Yerseniz!...)

Her neyse boşverin şimdi bunları. Yolunuz düşerde sizlerde buraya gelirseniz, önceden bilginiz olsun diye anlatıyorum bunları...


Toplu fotoğraf çekiminden sonra, çıkmaya başlıyoruz mağaradan. Girerken olduğu gibi çıkarkende iki büklüm eğilerek atıyoruz kendimizi dışarıya... Kendi adıma söyleyeyim, burasını şimdiden çook sevdim...







Yine patika yoldayız. Biraz tırmanıyor, biraz düz ilerliyoruz. Ama manzara hep aynı güzellikte. Bir kere güneşten asla rahatsız olmuyorsunuz. Yol boyunca rengarenk zakkumlar ve de minikte olsa bir akarsu sizi hiç yanlız bırakmıyor. Her nereye baksanız, kartpostallık görüntüler yüreğinizi kıpır kıpır ediyor. Bi şekilde neşe doluyor içinize. Bence depresyona girenlere, bu yolda yürüme terapisi uygulanmalıdır. Eminimki daha ilk seansta, büyük bir ilerleme kaydedilecektir...

Bakıyorumda bir benmiyim mutlu olan diye. Kesinlikle hayır, herkesin yüzü gülüyor ve herkes korkunç mutlu görünüyor...


ECE ÇAĞLAYANI...
Bakın şimdi şelaledeyiz. Ne muhteşem bir görüntü, değilmi. Şelalenin döküldüğü yerde, içinde yüzülebilen, metrelerce derinliğinde bir büvet var. İlginç olan şelalenin de dört bir tarafının zakkumlarla bezenmiş olması... Haa! Yeri gelmişken söylemeliyim ki birde aşağıda, tesisin hemen altında da bir şelale var. Ama biz bugün ona uğramayacağız.


Gelelim şimdi yanında bulunduğumuz şelaleye... Tabiki ilk iş mayolarımızı giyer giymez, dört bir tarafı kayalarla çevrili şelalenin oluşturduğu büvete girmek... Suyu çok soğuk değil, hatta sıcak bile sayılır. Ama muhteşem güzel. Dört bir tarafına kulaç atıp duruyorum. Sonra kızım geliyor yanıma, beraber yüzüyoruz bir süre.



Suat abi desen o da girip girip çıkıyor suya, Songül ve Tülay hanımın neşesi yerinde suyun tadını çıkarıyorlar hep birlikte... Çıkmak istemiyoruz sudan ama gitmeliyiz. Gitmeden önce şelaleyi arkamıza alıp, önüne diziliveriyoruz. Ve toplu bir fotoğraf çekimi ile burayıda, unutulmaz anılarımızın arasına katıveriyoruz....



Saat 13;00... Geldiğimiz o muhteşem yoldan, başlıyoruz dönmeye. Her birimizin yüzünde kocaman birer tebessüm, mutluluktan uçarcasına geliyoruz tesisin olduğu yere. Biraz alış veriş derken, kendimizi otoparkta, vedalaşırken buluyoruz...

SON SÖZ...
Uzun bir karantina sürecinden sonra, muhteşem bu iki günlük kamp, herbirimize yeniden hayat verdi. Dostlarla yeniden doyasıya sohbet etmenin, aynı sofrada ekmeği bölüşmenin kutsal mutluluğunu yaşadık. Üzüntüsü üzüntümüz, sevinci sevincimiz olacak, yeni dostlar edindik. Akvaryum gibi berrak, masmavi denizlerinde kulaç attık, sıcacık ılıca suyunda şifa aradık -bedensel olmasada ruhsal diyelim- , Dikenli çalılık patikalarında yürüyüp yeni koylar keşfettik, yıldızları yorgan eyledik ama her şeyden ötesi, dost muhabbeti ile gönüllerimizi eyledik...
İşte tüm bunlar için; aile dostlarımız Songül Suat Yalıç çiftine, Tülay hanıma ve beni yanlız bırakmayan hayat arkadaşım Hazan hanım ile kıymetli kızım ilayda'ya çoook teşekkür ediyorum...

Not; Fotoğrafların kim tarafından çekildiğinin önemi yoktur. İnsan figürü olmayan tüm manzara veya doğa fotoğraflarını alıp kullanmak ise serbesttir...


( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )

Murat Turan - 2020

2 yorum:

  1. Imrenerek hatta kıskanarak okudum.Ne mutlu iki aile iki dost yürek ve ortak hayata bakış açısı.Tebrik ederim

    YanıtlaSil
  2. Recep Kural bey, tebrik ve bu güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim. Bu hayatta her insanın iyi günde kötü günde her daim yanında olabileceği bir dostu olmalıdır. Ne mutlu bize ki bizim var ...

    YanıtlaSil