İzleyiciler

4 Mayıs 2019 Cumartesi

CENNET VADİSİ (02.05.2019)


KAZDAĞLARI; CENNET VADİSİ (02.05.2019)

Ne güzeldir benim memleketim. Her köşesi ayrı bir cennet güzelliğindedir. Öyle yerleri vardır ki memleketimin; yeşilin binbir tonu, rengarenk çiçeği ve böceğiyle, çağıl çağıl hayat veren suları ve çok sesli kuş korolarıyla adeta ölmeden cenneti yaşatır insana... Bu güzelliklerin içinde nefes almak huzur verir, mutluluk verir. Daha da önemlisi canına can, ömrüne ömür katar insanın... İşte bizde bugün, ölmeden cennete gidenlerden olduk... Canımıza can katıp, ruhumuzu huzurla doldurduk...
İsterseniz bu nasıl oldu, yani yaşarken nasıl cennete gittim, ne gördüm, ne hissettim, gelin beraberce yürüyelim bir daha. Ne dersiniz!..

ÖNCE AİLEDEN HABERLER...
Hadi bakalım o zaman, her zamanki gibi sabah güne nasıl başlamışız oradan başlayalım... Artık nasıl olsa ailemi yakinen tanıyorsunuz. Onlardan bahsetmezsem olmaz. Hatta merak edenleriniz bile olur. Mesela bu gezinin perşembe günü yapıldığından bahsetsem; "Eee kızı okula kim bıraktı! " diyenleriniz olacak belkide. Maazallah hele Hazan hanımdan bahsetmesem, mutlaka endişeye kapılıp, onunla ilgili bir sürü sorular soracaksınız; "Hazan hanım nasıl, her şey yolunda mı !" diye. En iyisi ben sabah uyandığım andan itibaren ne yaptım, ne ettim hepsini birden anlatayım da sizde rahat edin, bende...



Bu sabah en erken ben kalkıyorum. Kahvaltılar benden bugün. Tahmin edeceğiniz üzere ben kızımla kahvaltı yaparken, Hazan hanım sabahın ilk kahvesini yudumluyor bizimle. Kahvaltı sonrası ikinci kahve ile bu sefer bana eşlik ediyor. Karşılıklı sabah sohbeti ile içiyoruz yavaş yavaş kahvelerimizi... Sohbetin en koyu yerinde kızım, "Çıkalım baba!" diyor ve o, okul çantasını ben ise dağ çantamı alıp çıkıyoruz evden, Hazan hanımın dua ve sevgi sözcükleri ile...

Edremit' te buluşacağım arkadaşlarımla. Kızımı yolumun üzerinde bulunan okuluna bırakıp, devam ediyorum Edremit'e. Arabamı ara sokaklardan birine bırakıp, yürüyerek ana caddeye çıkıyorum. Buluşma yerine geldiğimde kimseyi göremiyorum. Biraz geç kalmış olmalıyım. Sağıma soluma bakınırken, telefonum çalıyor. Arkadaşlarımın, beni Edremit'in çıkışında beklediklerini öğreniyorum. Tekrar arabamı parkettiğim sokağa dönüyorum. Ve saatler 08;50'yi gösterirken nihayet Edremit'in çıkışındaki bir benzinlikte beni beklediklerini görüyorum. Hiç oyalanmadan KDSG keşif ekibinin beşinci adamı olarak onların arabasına geçer geçmez, vuruyoruz Kalkım yoluna...


Hanları geçip Kalkım'dan önce İliada Hotel yol ayrımında duruyoruz. Buradan başlayacağız yürümeye. İniyoruz araçtan kuşanıyoruz sırt çantalarımızı, takıyoruz tozluklarımızı...
Gece boyunca çok yağmur yağdı. Sabahın erken saatlerinde hava oldukça serindi ama şu anda hava güneşli ve iç ferahlatacak kadar berrak ve de masmavi... İçimde sadece ince bir tişört olmasına rağmen, üzerimdeki polar beni terletiyor ve daha yürüyüşe başlamadan çıkarıyorum üzerimden...


Ve saatler 09;40'ı gösterirken arabamızı parkettiğimiz yerden biraz geriye doğru yürüyüp, ilk patika yoldan vuruyoruz Kızılçamların içine...




MAVİ'Yİ SEVİYORUM...
Daha ormana girer girmez bizi ilk şaşırtan ve de dikkatimizi çeken yeşil orman değil de masmavi rengiyle sonsuzluğa uzanan gökyüzüydü. Nasıl da berraktı. Gözümü ondan alamıyor, sürekli ona bakmaktan olsa gerek, derinlik sarhoşluğuna benzer bir sarhoşluk yaşıyorum... Üzerini bezeyen pamuk şekeri bulutlar da olmasa bu sonsuzluk hissi insanı çıldırtır be kardeşim. Ama her şeye rağmen maviyi, mavi gökyüzünü, mavi denizi çook seviyorum...




TERLESE NE YAZAR...
Gece boyunca yağan yağmura inat şimdi güneş tepemizden kızdırdıkça kızdırıyor. Hava nemli mi nemli ve olanca boğuculuğu ile yüzümüze vuruyor. Daha şimdiden ter sırtımızdan akıyor. Ama umrumuzda değil. Başımızda kavak yelleri, biz mutlu adımlarla yürüyoruz. Çünkü tepemizde masmavi gökyüzü, çevremizde ise yeşile bürünmüş ağaçlar ve rengarenk çiçeklerle ruhen coştukça coşmuşuz. Daha yolun başındayız ama bedenlerimiz gördüğü güzellikler karşısında, şaşkın ve hissetmez olmuş. Terlese ne yazar, yorulsa kaç yazar...




Bir bakın şu meşe ağaçlarının iç okşayan yeşiline. Bütün bir kışı çırılçıplak geçirmeye inat, dallarını cennet yeşili yapraklarla bezemiş adeta...











Ya şu yol boyunca bizi hiç yanlız bırakmayan beyazıyla pembesiyle ladenlere, sarı sarı papatyalara ve adını daha bilemediğimiz alı al, moru mor birbirinden güzel çiçeklere ne demeli. Ve daha ormana attığımız ilk adımdan beri cıvıldaşan kuşlar ve bal yapma telâşındaki vızıldaşan arılar, karıncalar... Bütün bunlara bir insan olarak kayıtsız kalmak mümkün mü. Toprak çoktan uyanmış, bitkiler boy vermiş, çiçek açmış... Memleketime çoktan bahar gelmiş...


Yürüyoruz bir süre gördüğümüz güzellikleri kanıksamaya çalışarak... Ve geliyoruz yemyeşil meşe ağaçları arasında bulunan bir pınara. Kana kana sularından içip, yıkıyoruz elimizi yüzümüzü. Bu pınar burası için ab-ı hayat olmuş... Çok seviyoruz burayı... Sürekli ne kadar güzel bir yer olduğunu söyleyip duruyoruz birbirimize. Aslında karşıdan bir cevap beklemiyoruz. Çünkü hepimizde biliyoruz ki bu söylemler, içimizde tutmayı başaramadığımız sevinç ve mutluluğun, dışa vurumundan başka bişey değil aslında...



UÇUN KUŞLAR UÇUN...
Düşüyoruz tekrar yola, daha doğrusu Meşesi, Kızılçamı, Kestanesi ve daha başka çeşit çeşit ağaçların gökyüzünü kapatıp, oluşturduğu tünelvari yola. Çok hafif bir rampa tırmanışı içindeyiz. Burada kuş sesleri o kadar yoğunlaşıyor ki duruyoruz biran. Ve kıpırdamaksızın, pür dikkat kesiliyoruz kuş seslerine... Şu uzaklardan gelen ses bir Guguk Kuşu olmalı. Şu ötüşte muhtemelen bir İspinoz'a ait. İşte buda Uzun Kuyruklu Baştan Kara.. Ama ya diğer müzisyen kuşlar. Ah! Bi ayırabilsem şu ötüş hangi kuşun diye... Dört belki de beş farklı kuşun senfonik ötüşü ile adeta mest oluyoruz. Ne diyor bunlar, birbirlerine... Belki de bize bişey diyorlar... Kimbilir... Bilmiyorum... Bilemiyoruz... Bildiğimiz tek şey; o kadar ahenkli ve güzel ötüyorlar ki ne söylerlerse söylesinler, bana şarkı gibi geliyor... Şarkı demişken ne zaman bir kuş sesi duysam, hep aklıma felsefeci-şair Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın şarkılara söz olmuş o güzel şiiri gelir...

"Uçun kuşlar uçun, doğduğum yere
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır
Ormanlar koynunda bir serin dere
Dikenler içinde sarı gül vardır..."





Devam ediyoruz hafif tırmanışlı toprak orman yolda yürümeye... Kimi zaman kalem gibi düzgün devasa Karaçamlar, kimi zaman güneş ışığı altında pırıl pırıl parlayan cennet yeşili, körpe yapraklarıyla Meşe ağaçları ve kimi zamansa beyaz çiçekleri ile gözümüzü hoş gelen, bodur fundaların yanıbaşından yürüyüp geçiyoruz. Sağımızdaki solumuzdaki rengarenk bitki örtüsü sürekli değişmesine rağmen, değişmeyen ve bitmeyen tek şey kuşların o ruh okşayan ötüşleri...



KULE'DEN MANZARALAR...
Saat 11;40. Ve nihayet yolun sonunda, pamuk şekeri bulutlarla kaplı mavi gökyüzüne doğru uzanan Sivri Kule'ye geliyoruz. Kule, küçük bir çayırlık içinde terkedilmiş eski bir "yangın gözetleme kulesi". Hiç beklemiyor, hızlı ama temkinli adımlarla, hemen başlıyoruz kulenin en tepesine tırmanmaya... Ve tamda tahmin ettiğimiz gibi müthiş bir manzara ile karşılaşıyoruz. Agonya Ovası olduğu gibi ayaklarımızın altında... Tam karşımızda Kalkım göleti olanca güzelliği ile bize doğru bakıyor. Göletin sağında bize uzak olan noktada Kalkım, yakın görünen noktada Karaaydın, solunda ise Akçakoyun köyünü görüyoruz... Kuleden manzara şahane görünüyor. Masmavi gökyüzü ile yeşil dağları birbirinden ayıran devasa beyaz bir bulut kümesi ve yemyeşil ovalar... İnsanın kuş olup uçası, dağlardan ovalara süzülesi geliyor, böyle anlarda... Bu kule niye terkedilmiş bilmiyoruz ama yeride, manzarasıda şahane... Dikkatle iniyor, hiç oyalanmadan düşüyoruz tekrar yola...








CENNET DEDİKLERİ YER...
Belli belirsiz bir patikadan, dalıyoruz önce yeşil yapraklı Meşelerin, sonra Kızılçamların içine. Bir süre iniyoruz elimizi kolumuzu çizdirerek, rampa aşağı. Ama çok sürmüyor, tekrar çıkıyoruz bir orman yoluna. Çıktığımız yolda biraz yürümeye başlayınca, yeşilin ve tüm tonlarının arttığını görüyor, bu umulmadık harika görseli olan yolda mutluluk hormonlarımızın tekrar tavan yaptığını hissediyoruz. Yol boyunca Karaçamından, Meşesine, Yabani Fındığından Kestanesine, Davulga ağacından Göknar'ına kadar bir çok ağacın yanıbaşından yürümek ise ayrı bir mutluluk oluyor bize. Cennet dedikleri yer burası olsa gerek...


Şu yürüdüğümüz yola bir bakarmısınız... Burası yolmudur yoksa papatya tarlası mı! İnsan burada nereye bakacağını, adımlarını nereye atacağını şaşırıyor... Şu anda Kazdağları'nda olduğumu bilmesem, kesin burası Karadeniz'de bir yerdir derim... Şu anda bence Karadeniz'den eksik olan tek şey, yağmur ve sis...
Yürüdüğümüz yolun keyfini çıkara çıkara, sağa sola baka baka, aheste aheste yürüyoruz. Öyleki hiç kimse bitsin istemiyor, yolun bu kısmının...

Bu arada sizlere bugünkü yürüyüşün, bir keşif yürüyüşü olduğunu tekrar hatırlatmak isterim. Yani hiç birimiz daha önce bu yolu, ne yürüdü nede gördü... Ve bu yolun isminin yani "Cennet Vadisi" ismini de bizim koymadığımızı belirtmek isterim...




Neyse saadete gelelim. Herbirimiz ormanda bu cennetvari güzellik karşısında, kendimizden geçmiş bir halde yürürken, karşımıza bir çeşme çıkıyor. Ve çeşmenin tam karşısında, yolun kenarında ise masa niyetine konulmuş iki adet tahtadan yapılma dev kablo makarası... Seviniyoruz tabiki. Yemek molası için bulunmaz bir yer burası...




YEMEK MOLASI VE KEYİF (?)...
Saat 13;10. Hemen kuru odun toplayıp, yakıyoruz ateşimizi. Hava sıcak olmasına rağmen ateş bizi mutlu ediyor. Su ile dolduruyor, ateşin yanına koyuyoruz isli demliğimizi... Çıkarıyoruz atıştırmalıklarımızı, yiyoruz bulunduğumuz yerin keyfini çıkarırcasına yavaş yavaş. En koyusundan sohbetle, aklımıza ne gelirse konuşuyoruz ordan burdan... Mutlumuyuz mutluyuz... Değmeyin keyfimize... Çay suyumuz kaynıyor, dolduruyoruz bardaklara. Ben sallandırıyorum içine bir adet yeşil çay. Bir kaç dakika demlensin diye bekliyorum... En az bir saat daha buradayız, terli tişörtler çıkarılmış ağaç dallarına asılmış, çantalarımız sağda solda, herkes rehavet içinde, sohbetimiz ise eksiksiz devam ediyor... İşte tamda bu arada, birden bire uzaklardan bir gök gürültüsü ile irkiliyoruz... Ben diyeyim iki siz deyin dört dakika. Daha ne olduğunu anlayamadan yağmur, hayır durun ne yağmuru bildiğiniz dolu bunlar. Hemde her biri leblebi büyüklüğünde... Tepemize tepemize bindiriyor. Cennet oluyor cehennem bize...



Alel acele, yarım yamalak yağmurluklarımızı giyiyor, çantalarımızı toplamaya çalışıyoruz. Ve hemen yolun kenarındaki yabani bir fındık ağacının dalları altına sığınıyoruz... Hani demiştim ya burası aynı Karadeniz gibi ama bir tek yağmuru eksik diye. Yüce rabbim beni duymuş olmalı ki "Al sana Karadeniz!" hesabı, yağmur, dolu ne varsa boşaltıyor yukarıdan aşağı doğru... Sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim...


Çok sürmüyor 5-6 dakika sonra dolu yerini, cisil cisil yağmura bırakıyor. Bizde dolunun kesilmesi ile birlikte yola düşüyoruz. Bu arada hava sıcaklığı hızla düşüyor, ellerimiz üşümeye başlıyor. Benim üst tarafım her ne kadar kuru olsada, pantolonum dizlerimden itibaren sırıl sıklam... Ama yürüdükçe ısınıyor, ısındıkça keyfim tekrar yerine geliyor. Yağmura rağmen bir kaç kare fotoğraf dahi çekiyorum. Nihayet yarım saat sonra yağmur tamamen kesiliyor. Daha dikkatle çevremize bakıyor, baktıkça hayranlığımız katbe kat artıyordu...





Adeta yağmurla yıkanan doğa pırıl pırıl parlıyor, renkler daha bir canlı görünüyordu... Bembeyaz bulutla kaplı gökyüzünden gelip, yemyeşil ormanların içinde bir çizgi oluşturan sis bulutu, gözümüze görünen hoşluklardan sadece birisiydi... Üstelik bu noktadan sonra artık bize birde, şırıl şırıl sesi ile bir dere eşlik ediyordu... Yollarda yağmurla birlikte, yer yer su birikintileri oluşsada, oldukça düzgün ve görseli yüksek bir yolda yürüyoruz...



Ve çok sürmüyor karşımıza üstü kapalı, yanında çeşmesi olan bir yer çıkıyor... Karaaydın köyüne çok uzakta değiliz ama yağmur yeniden başlıyor. Saatler 15;30'u gösterirken, burada ateş yakıp biraz kalmaya karar veriyoruz... Yakıyoruz ateşi, toplanıyoruz başına. Isınmaya çalışıyoruz dumana, küle boğularak... Ama olsun. Hiç şikayetlerimiz yok. Başımızda bir çatı, önümüz de bir ateş varken şikayet etmek nankörlük olur... Kalabildiğimiz kadar kalıyor, olabildiğince kurutuyoruz ıslanan eşyalarımızı. Ve sonrasında tekrar yola revan olma zamanı...







Çok sürmüyor çıkıyoruz köyün çamurlu yollarına. Bu yolun çamuru, maden yolu olmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Çünkü beş dakikada bir yanımızdan sürekli kamyonlar gelip geçiyor, yolları hallaç pamuğu gibi atıyorlardı... Yürüyoruz bu çamurlu yollarda, çilek tarlalarının, ıhlamur ağaçlarının yanından geçerek. Ve köyün içine girmeden yanından teğet geçip, Edremit yoluna çıkan ara yola çıkıyoruz... Bu yolda madencilerin yolu ve biraz ileride siyanürlü havuzların yanından geçeceğiz. Tabi içimizden saydıra saydıra...




Ve madencilerin ormanı katlederek açtıkları yoldan, geliyoruz havuzların yanına. Şu an aktif olan havuzun yanına, devasa bir havuz daha yapıldığını görünce üzüntümüz artıyor. Kimbilir bu havuz için yine kaç dönüm orman katledildi. Ve dahası, yapılan havuz inşaatını ve kullanılan izolasyon malzemesini görünce siyanürlü içeriği toprağa sızdırma ihtimalinin olası olduğunu görmemek için kör olmak gerekir... Bana sorarsanız, laf olsun diye yapılan bir izolasyon işlemi... Alan almış, satan satmış. Bu saatten sonra ne yapılabilir ki... Bu işten sorumlu mühendislerin vicdan ve sağduyu sahibi olmalarını ümit etmekten başka...




Çıkıyoruz maden yolundan, Hanlar'a çıkan ana asfalt yola... Dönüyoruz sağa ve başlıyoruz yolun kenarından rampa yukarı yürümeye... Hava açıyor yeniden. Mutluyuz. Yağlı boya tablodan çıkmış gibi muhteşem bir yolda yürümenin hazzı ile arabamızı bıraktığımız yere geliyoruz...


 
Saat 18;00. Bugün ilkbaharın tüm güzelliklerini yaşadığımız, güzelliği ile zihnimizde cennet tadı bırakan muhteşem bir parkurda 19 km. yürümenin tatlı yorgunluğu ile biniyoruz aracımıza... Eve boş gitmek olmaz deyip, yolumuz üzerinde Kazdağlarının buz gibi pınarlarında durup, sularımızı dolduruyor, çamura bulanan bot ve tozluklarımızı temizliyoruz... Sonrasında düşüyoruz tekrar yola... Biraz sohbet biraz müzik derken, geliyoruz Edremit'e. İyi temennilerle vedalaşıp, ayrılıyorum arkadaşlarımdan... Kendi arabama binip evimin yolunu tutturduğumda ise bugünü düşünüyor ve her nedense birden bire Cahit Sıtkı Tarancı'nın şu şiiri dökülüyor dudaklarımdan...

"Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.

Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.

Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun..."



SON SÖZ...
Bugün yürüdüğümüz parkurun adı Cennet Vadisi'ydi. Açıkçası bu ismi duyunca çok iddialı bulmuştum. Ama bir taraftanda daha önce hiç gelmediğim bu bölgeyi keşfedeceğim içinde çok heyecanlıydım... Neyse! Atladık arabaya geldik... Giyindik kuşandık ve başladık yürümeye... Bir parkur daha başlangıcından hissettirir kendini... Ya alır seni hemencecik içine yada hayal kırıklığına uğratır, daha yolun başında... İşte bugün adı iddialı bu parkura, daha adımlarımızı atar atmaz hemen alıverdi bizi içine. Başından sonuna kadar sarıp sarmaladı, mutluluktan kırdı geçirdi bizi. Börtüsüyle böceğiyle, kurduyla kuşuyla en ağır misafirleriymişiz gibi ağırladı bizi... Bizde yolları kolay, çeşmeleri yeterli, tabiat görselleriyle şahane, parkurun sonuna doğru şırıl şırıl deresi ve büvetleriyle her daim ve de mevsim emrimize amade olan bu parkuru yazıyoruz hem aklımıza hemde gönlümüze...
Ve pek tabiki gönlümde yer eden bu parkuru, birlikte yürüdüğüm yol arkadaşlarıma çok teşekkür ettiğimi de belirtmeliyim, unutmadan...

Bugünkü Cennet Vadisi yürüyüşünde her ne kadar şelaleler, çağlayan ve coşkun akan dereler olmasa da doğa harikası şahane görsele sahip yollarıyla, aldığı adı hakettiğine inanarak, baştan sona büyük bir heyecan ve mutlulukla yürüdüğüm bu yolu değerlendirme puanım;10/10.

Not: Bu yazıda kullanılan toplam 59 adet fotoğraftan 1 ve 59.  fotoğraflar Erhan Çiftçi'ye ait olup, diğer çekimlerin tamamı bana aittir.

Murat Turan - 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder