İzleyiciler

1 Ekim 2020 Perşembe

AKÇAY-DİKİLİ KAMPLI BİSİKLET TURU (26-27.09.2020)

 


AKÇAY-DİKİLİ KAMPLI BİSİKLET TURU (26-27.09.2020)

Ne zaman bisiklete binsem hemen çocukluğum aklıma gelir. Çünkü çocukluğumda benim hiç bisikletim olmadı. İstemedim mi! Tabiki her çocuk gibi bende istedim. Heveslenmedim mi! Hem de çook.  Ama almadı ailem. Nedeni de mahallemizden bir çocuğun bisikleti ile bir aracın altında kalarak can vermesiydi... 

İlk bisikletime 40 yaşında kavuştum.  Kızıma bisiklet alırken bir tanede kendime alıvermiştim. Aman Allahım görmeliydiniz o günü, o günkü heyecanımı... Belki o yüzdendir şimdilerde bisikletle dağ dere tepe gezmelerim, şehir şehir dolaşmalarım...

Pandemi nedeniyle yaz boyunca yaşadığım yerden hiç uzaklaşmadım.  Koşacaksam ormana, yürüyeceksem dağlara, bisiklete bineceksem köy yollarına vurdum kendimi...

Ama artık asfalt yollar bizi çağırıyor. Üstüne üstlük Suat abi'ninde bisikletle uzun tur krizi tutmuş olmalı ki ne zaman bir araya gelip konuşmaya başlasak  konu dönüp dolaşıp hep bisikletle İzmir'e gitme işine geliyor. Tamam diyoruz yolu yok, bu hafta ne olursa olsun bu tura çıkılacak. Rotamız Akçay'dan başlayıp, Gömeç Ayvalık üzerinden Dikili'nin Bademli köyünde son bulacak. Yapıyoruz inceden inceye planımızı. Hava, yol, rüzgar durumuna göre tura çıkılacak tarihi netleştirip, heyecanla başlıyoruz hazırlıklara...

1. gün; 26.09.2020 Cumartesi...

Sabah çok erken kalkıyorum.  Suat abiyle Gömeç'te buluşacağız. Ama daha önce köye gitmeli köpek, tavuk ve ördeklerin yemlerini sularını vermeliyim. Ve sonra tekrar Akçay'a dönmeli ve kızımı da okula bırakmalıyım. Anlayacağınız dakika dakika yaptığım planlama doğrultusunda, sabah saatlerim tur öncesi müthiş bir koşturmaca içinde geçiyor.


Ve nihayet saatler 09;40'ı gösterirken  bisikletime yüklediğim kamp malzemelerimle birlikte, kısa ama duygusal bir seremoni ile  eşimle vedalaşıp, ayrılıyorum evimden...

Bisiklet üzerinde daha sokaktan ana yola çıkar çıkmaz, müthiş bir sevinç kaplıyor içimi. Mutluyum. Gömeç'e kadar, yaklaşık 30 km tek başıma pedallayacağım. Dediğim gibi Suat abiyle Gömeç'te buluşacağız. Akçay sahilden Ören'e geliyorum önce. Ve hiç durmadan sahilden devam edip İskele mahallesinden İzmir yoluna çıkıyorum yeniden. Artık sağım solum dazır dazır son sürat giden otomobil ve en kötüsü kamyonlarla dolu. Emniyet şeridindeyim. Durmadan bastıkça basıyorum pedala. Şu işe bakın ki daha yolun başındayım ama önümde iki tane yıpratıcı tırmanış var. Olsun, çıktık bir kere yola. Ölmek var dönmek yok. Hızla dalıyorum rampalara  ve tırmanış eğimi arttıkça, vitesi küçülte küçülte bastıkça basıyorum pedallara. Rampaları bir bir geride bırakıyorum. Ve Karaağaç'a gelince salıyorum bisikleti dümdüz yolda Gömeç'e doğru. Bu yolu kullananlar bilir ki daima Gömeç'e girmeden önceki düzlükte trafik polisleri radar hız kontrolü yaparlar. İşte bende olanca hızımla polis radar aracının yanından geçiyorum gülerek... Şu bisiklet ne güzel şey arkadaş. Ne hız limiti var, ne yakıt derdi...

Saat 10;40. İşte benzinliğin hemen girişinde ki durakta, her zaman ki güleç yüzü ile Suat abi beni bekliyor...Ben heyecanlıyım ama o benden de heyecanlı. Daha hoş beş edemeden, "Hadi kardeş, gidelim mi! " diyor... 



Tamam diyorum. Bi fotoğraf alalım sonra çıkarız yola diyorum. Çekiyorum fotoğrafı ve sonra atlıyorum bisikletime hoop  ön lastik olduğu gibi yere yapışıyor. Hay Allah! Lastik patlamış. Nasıl oldu anlamadım. Neyse "boş ver" diyor Suat abi. "Şimdi ah, vah etme zamanı değil, çıkar takımları yedek lastiği takalım" diyor. Öylede yapıyoruz bir kaç dakikada yedek iç lastiği takıp, heyecanla yeniden atlıyoruz demir atlarımıza. Deh deh düldül diyerekten, ben diyeyim 50 siz deyin 100 metre gitmeden bizim ön teker yine janta düşüyor. Tövbe bismillah!. Ne oluyor lan... Çaresiz oflaya puflaya hemen önümüzdeki benzinliğe girip,  bir daha söküyoruz ön tekeri. Suat abi iç lastikteki patlağı bulmak için lavaboya giderken, bende dış lastiğin içini elimle milim milim kontrol ederek diken, çivi her ne patlattıysa onu bulmaya çalışıyorum. Ve tam iki tane demir dikeni, namı diğer çoban çökerten bulup, cımbızla çekip çıkartıyorum hemen. İç lastiğin deliklerini yama ile kapatıyor, takıyoruz tekeri bisiklete...  Ve yeniden vuruyoruz kendimizi yollara.  Ha bu arada bütün bu olan bitenle ilgili bir tek kare fotoğraf bile çekemediğimi farkediyorum. Artık ne kadar stres yapmışsam, sizlere gösterecek tek bir kare bile çekmek aklıma gelmemiş. Ne yapalım sağlık olsun...


Aslında zaman sıkıntımız yok. Ama her nedense durmadan pedal çevirip duruyoruz. Çok sürmüyor Ayvalık sapağına geliyoruz. Hadi burada bir fotoğrafımız olsun diyor, iniyoruz bir süreliğine bisikletlerden...


Yolumuz uzun, hava parçalı bulutlu. Rüzgar bıraksa yağmur yüklü bulutlar boşaltacak üzerimize tüm damlalarını. Ama delice esen yel ne bulutlara nede bize rahat vermiyor. Rüzgara karşı pedal çeviriyoruz, virajları döndükçe, bu seferde olanca hızıyla yandan yandan vuruyor rüzgar, elimizin altından bisikleti almak istercesine. Her şeye rağmen mutluyuz.  


Küçükköy eski ismi ile Yeniçarahori köyü yol ayrımında, alacalı inekler karşılıyor bizi. Çobanları bir kadın. Vermiş sırtını bir trafik işareti direğine seyreyliyor ineklerini keyifle. Bisikletle yanından geçerken gözü bize takılıyor biran ama onun fazla ilgisini çekmemiş olacağız ki bizi hiç görmemiş gibi tekrar başını meraya doğru çevirip, yeniden dikiyor gözlerini otlayan ineklerine...



Sarmısaklıdayız. Tabelaya göre Dikiliye 38 km kalmış. Su almak üzere yol üzerindeki bir markete giriyoruz. Enterasan bi şekilde sabah yola çıktığım andan itibaren en az üç şişe su içmeme rağmen neredeyse hiç terlemedim.  Hava sıcaklığı o kadar şahaneki ne üşüyoruz ne de terliyoruz. 


Neredeyse 60 km'dir İzmir Çanakkale yolunda pedal basıyoruz.  Ama bir kaç km sonra, ilk sapaktan İzmir yolundan ayrılıp Altınova'ya sapar sapmaz yanımızdan hızla geçen araçların rüzgarından da, egzos kokusundan da kurtuluyoruz. Artık ıssız ve geniş caddelerde sahil boyunca pedal basmanın zevkini almaya başlıyoruz. 


Hava açıyor, bulutlar dağılıyor güneş tepemizde. Yazlıkçıların çoğu gitmiş, caddeler sokaklar bom boş. Evler, caddeler ve hatta sokakların hepsi birbirine benziyor. Amacımız sahil hattı boyunca ilerleyerek Madra Çayı üzerinden Salihleraltı'na oradanda Dikili'ye geçmek. Açıkcası yol iz bilmiyoruz. Navigasyon var ama kullanmak istemiyoruz. Her şey doğal,  eski usul olsun deyip yol boyunca kim karşımıza çıkarsa soruyoruz onlara, Dikili'ye şurdan mı burdan mı gidilir diye. Aslında sormasakta, yollar bizi nereden olursa olsun, doğrudan gideceğimiz yere götürmek istercesine alabildiğine emarelerle bezeli. 





Misal Altınova'nın çıkışında doksan derecelik bir dönüşle devam eden asfalt yoldan gitmek yerine, dalıyoruz boyumuzca uzamış mısır tarlalarının içine. Sonra yemyeşil yonca tarlalarının yanıbaşından kıvrılıp, madra çayının yanıbaşında vuruyoruz Salihleraltı sahiline doğru. 



Artık İzmir il sınırları içindeyiz. Sağımız solumuz tarım arazisi. Haliyle tarım araçları ile yol biraz bozuk. Tekerlerimizin altındaki yol adeta plaj kumu gibi incecik ve altın sarısı renginde. Çok eğlenceli bir yoldayız. Çok mutluyuz. İkide bir iyiki bu yoldan gelmişiz diyoruz, birbirimize. 


Ancak yol kenarındaki dikenli pıtıraklar yine yapacağını yapıyor. Mutluluktan görmemiş olmalıyız, bugün tekerlerimize musallat olan  demir dikenlerini. Suat abinin ön teker hava kaçırıp duruyor. Şu tozdan topraktan bi çıkalımda ilerde yaparız düşüncesi ile ikide bir durup lastiğe hava vurup duruyor... Ve bir kaç yüz metre sonra lastik daha fazla dayanamıyor, yapışıyor yere. Suat abi neşesinden zerre kaybetmiyor, hemen beş dakikada güle oynaya değiştiriyor lastiğini. 


Ve bir marketten su ikmali yapıp, atlıyoruz yeniden demir atlarımıza...


Salihleraltı'da Altınova'nın sahil yerleşimine benziyor. Burada da evler, sokaklar her şey aynı. Değişen tek şey lokasyon...



Güneş bi hayli batıya doğru yan yatmış iken saat 17;00'da Dikili'ye giriyoruz. 


İlk işimiz palmiye ağaçları ile çevrelenmiş meydana, Atatürk anıtına gitmek oluyor. İniyoruz burada bisikletlerimizden, şaha kalkmış atının üstünde bir kolunu öne uzatmış ve işaret parmağı ile "Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir " diyen ülkemizin kurucu ve kurtarıcısı Ata'mıza saygılarımızı sunuyoruz...

Evet bugün bu topraklarda özgürce bisiklet sürebiliyor isek ve adımız Yorgi, Vasili veya başka bir yunan ismi değil ise ve hatta camiilerde hala ezan sesi duyabiliyor isek bilin ki sadece bunları; Mustafa Kemal Atatürk'ün üstün dehası ve vatan sevdasına borçluyuz...

83 km'dir bisiklet üzerindeyiz. Bademli köyünden biraz daha ileride ailece kamp yaptığımız koya gitme niyetindeyiz. Geceyi orada geçirmek istiyoruz. Nereden baksan 10 km'den biraz daha fazla yolumuz var. Gün batmadan, akşam yemeği için alışveriş yapar yapmaz, yola çıkmalıyız hemen...



Alıyoruz marketin birinden akşam yiyeceklerimizi ve koyuluyoruz tekrar yollara. Buraya kadar su içme ve lastik değiştirme hariç hiç mola vermedik. Daha doğrusu verme ihtiyacı duymadık. Ama market alışverişinden sonra tekrar bisiklete binip hele birde Bademli'nin bir inip bir çıkan rampa yollarında pedal çevirmek varya işte o an tamam diyorsun. Artık popomuzu hissetmez olduk. Acıyor arkadaş, öyle böyle değil. Hani birde yolun sonu göründü ya. İşte yol boyunca körleşen tüm duyular, yeniden harekete geçiyor... Yinede neşemiz yerinde, rampalarda vites küçültüp durmaksızın pedallamaya devam ediyoruz.  


Yine bir rampa çıkışının sonundayız. Gözümüz yolun sağında aşağıda, deniz kenarında tek bir zeytin ağacının altında bir masada oturanlara  takılıyor. Çok güzel bir yer diyorum. Bir daha ki sefere buraya gelmeliyiz diyorum. Suat abi sanki bu lafı söylememi  bekliyormuş gibi "Kardeş şimdi gidelim." diyor. "Zaten yoruldukta . Ha ne dersin."  deyince, bende "tamam" deyiveriyorum...


Aşağıda insanlar var ama, aşağıya araç iniş yolu kapalı.  Görünüşe bakılırsa burası özel bir mülkiyet ama bakımsızlığına da bakılırsa belli ki kaderine terkedilmiş. Ben bi gidip konuşayım diyorum. Suat abi bisikletlerle yukarıda kalıyor, ben aşağı deniz kenarına iniyorum. Kollarını şemsiye gibi açmış zeytin ağacının altındaki bir piknik masasında, karşı karşıya oturmuş iki kişiye selam verip, önce hal hatır soruyorum. Sonra bisikletle çok uzun bir yoldan geldiğimizi ve geceyi burada geçirmek istediğimizden bahsediyorum. Hoş karşılıyorlar bizi...  Ve yukarı çıkıp Suat abiye gece buradayız, diyorum...


Saat 18;50. Güneş neredeyse Midilli'nin arkasından batmak üzere. 




Suat abi tavuk şişleri hazırlarken, bende çalı çırpı toplayıp yakıyorum ateşi hemencecik. Ve çok sürmüyor, közlerin üzerine uzatıveriyoruz şişleri. Evir çevir derken hemencecik pişen tavuk şişlerle, bir güzel karnımızı doyuruyoruz.


Artık her yer karanlık ama öyle zifirisinden değil. Ayın şavkı masamızın üstünde.  Sohbet ediyoruz her telden, yine her zaman ki gibi. Ve birazda müzik... Saat neredeyse gecenin 10'u ve Suat abi bana, "ne zaman yatacaksın kardeş, ben çok yorgunum" diyor.

Bende zerre yorgunluk yok. Aksi gibi uykumda yok. Ama hemen kalkıp önce çadırımı kuruyorum ve sonra bisikletteki malzemeleri boşaltıp, herhangi bir kötü sürprizle karşılaşmayalım diye iki bisikleti de birbirine bağlıyorum...

Suat abi çadır kurmayacağını, matı masanın üzerine serip öylece yatmayı düşündüğünü söylüyor. Tamam diyorum ve ona yatak olacak masadan kalkar kalkmaz giriyorum çadırıma...

2. gün; 27.09.2020 Pazar...

Saat sabahın 5 buçuğu. Deliksiz uyumuşum. Tuvalet için kalkıyorum. Hava alaca renkte, gün doğumuna gebe. Ve birazda serince. Suat abi saati soruyor bana.  Söylüyorum kaç olduğunu  ve biraz daha uyuyacağımı söyleyip giriyorum çadırıma.



Dışarıdan çıtırtı sesleri geliyor. Uyanıyor saate bakıyorum. Saat sabahın 7'si. Suat abi çay suyunu çoktan koyuvermiş ateşin üzerine.  Kalkıp bir çırpıda toplayıveriyorum eşyalarımı ve yükleyiveriyorum bizim küheylana.

Kahvaltımız peynir zeytinden ibaret.  Hal böyle oluncada kısa sürüyor kahvaltımız. Hadi diyoruz yolcu yolunda gerek.


Ama o da ne. Benim küheylanın arka lastik yine patlamış. Yahu ne iştir bu.



Açıkcası şu anda bulunduğumuz yer, mayın tarlası gibi her yer demir dikenle dolu. Ne menem şey olduğunu bilmezsiniz siz, bu çoban çökertenin. Deveyi bile çökerttiği söylenir, dikenli toplarını; sarı çiçekleri ve her daim yeşil yapraklarının altında saklayan, masum görünüşlü bu iblisin. 


Neyse çaresi yok. Hadi bakalım iş başına. İndir çantaları, sök tekeri. Patlağı bul, onar ve  tak... Ve hadi bakalım... İşte yollardayız. Yağ gibi akıyoruz yollarda. Yok yahu ne akması. Size bişey diyeyim mi. Diyeyim de ister gülün, ister ağlayın halime. Daha bir kaç km gitmeden bir daha patlatıyoruz lastiği, iyimi..


Saat 09;40. Dikili merkezdeyiz. Dün akşam alışveriş sırasında, yol yorgunluğu ile  telefonunu markette unutan Suat abi, yeniden telefonuna kavuşmanın sevincini yaşıyor...



Artık gidebiliriz. Cadde boyunca ilerleyip meydana giriyoruz tekrar. Ve Ata'mıza son bir selam çakıp basıyoruz pedallara...



Aheste aheste Salihleraltı'nı geçip yine tarlalar arasındaki tozlu topraklı yollardan Altınova'nın geniş ve ıssız caddelerine çıkıyoruz... Mutluyuz. Daha doğrusu buraya kadar her şey yolunda ve fazlasıyla mutluydum. Taaki o mesaj gelinceye kadar...

Söz konusu köpeklerim olunca akan sular durur. Yine öyle oluyor. Eşim ve kızım Akçay'da. Alfa ve Hera  ise köyde yanlızlar ve de bağlılar. Ve de maalesef bugün planlananın aksine yanlarına kimse gidemeyecek. Saat neredeyse  öğlenin 11'i oldu.  Alfa ve Hera'nın ise gözleri yolda, merakla beni bekliyor olmalılar...

Bu can sıkkınlığı ile arkada isteksizce çeviriyorum pedalları. Bu arada Suat abi dönüş rotası için Sarımsaklı, Küçükköy ve  Ayvalık sahil bandından Gömeç'e gitmeyi teklif ediyor. Açıkcası bunu bende düşünmedim değil, ama aklım köpeklerimde olunca  kibarca, "yolu uzatmayalım abi" diyorum. Suat abi durumu çakıyor tabi hemen. Kardeş canın bişeye mi sıkıldı diyor. Evet diyor, açıklıyorum durumu...

Bundan sonra gayri ihtiyari öne ben geçiyor, bastıkça basıyorum pedallara.  Bir ara arkama baktığımda Suat abinin mola işareti ile Sarımsaklı girişinde bize göre ters yönde kalan benzinliğin karşı tarafında, kısa süreli bir su molası veriyoruz.  Ve sonra ben önde, arkada Suat abi tekrar düşüyoruz yollara. Çok sürmüyor Suat abinin bisikletinden "çat" diye bir ses geliyor.  Eyvah!  diyorum, zincir koptu herhalde. Olduğumuz yerde duruyor, hemen başlıyoruz bisikletin sağını solunu kontrole. Oh be! zincirde bişey yok, fren telleri de sağlam. Bağlantı yerleri, vites sistemi derken elle kontrolde bir de ne görelim. Jant teli bağlantı yerinden çat diye kopmuş. İşte bu tamamen bizim tamir yeteneğimizin dışında bir olay. Yapacak bişey yok. Bu şekilde yavaş yavaş Gömeç'e kadar gidilecek. Bu sefer ön tarafta Suat abi, arkada ben yavaş yavaş kontrollü bir şekilde çeviriyoruz pedallarımızı.


Taaki Gömeç'e kadar... Burada vedalaşıyoruz güzel temenni ve teşekkürlerle yol arkadaşımla...

Daha önümde yaklaşık 35 km ve kallavi rampalar var.  Ama bunların hiç biri umrumda değil.   Vitesler maksimumda, var gücümle pedal çeviriyorum. Öyleki ne ara Burhaniye'ye geldim onu bile farketmiyorum. 


Burhaniye bir Kuvayı Milliye şehridir. Vatanları uğruna can veren şehitlerin, efelerin memleketidir Burhaniye. Ve çevre yolunun tam kıyısında, trafik ışıklarının yanıbaşında bir anıt vardır, kuvvacılara atfedilen. İşte kayıtsız kalamıyorum tam da buradan geçerken. Atıyorum hemen kendimi kuvvacıların içine. Herbirine ayrı ayrı minnet ve şükranlarımı sunuyor ve bir kaç fotoğraf çekimi sonrası ayrılıyorum yanlarından...


Artık köyüme çok az kalmıştı. Otogar kavşağından dönüyorum Çoruk köyüne doğru. Köy yollarına girer girmez bir çeşme başında duruyor ilk kez kana kana su içiyorum. Bugün hava daha sıcak. Çok su kaybetmiş olmalıyım...



Saat 16;00. Kavuşuyoruz bizimkilerle. Önce üzerime atlıyor, elimi kolumu yalayarak bin teşekkür ediyorlar bana. Kendimi zor kurtarıyorum ellerinden. Beni öyle özlemişler ki yanımdan hiç ayrılmıyorlar. Hera ağzında top ben nereye gidersem peşim sıra geliyor. İlla onunla top oynamalıyım...   Kümese, bostana nereye gidersem ardım sıra takipte. Verandaya geliyorum, biraz oturup soluklanacağım. Oda geliyor, verandanın merdivenlerine oturup, burnu ile topu bana doğru ittiriyor. Çaresi yok oynayacağız... Hadi bakalım çocuklar, bahçe dışına çıkıyoruz. Oynuyoruz, oynadıkça  koşturup duruyoruz. Ama artık benim için eve gitme zamanı...


SON SÖZ...

Herkesin bir tutkusu vardır. Benimki de spor. Sporun her türlüsünü severim ama bireysel ve ekstrem olanını daha çok severim...  Dağlarda bugünü yarına bağlayarak geceli gündüzlü koşmak, açık denizlerde saatlerce yüzmek veya kilometrelerce pedal çevirmek gibi... Şansa bakın ki bisiklet konusunda kafa dengi bir dostum var, benim... Suat abi...

Pandemi süresince insanlardan uzakta, dağlarda bayırlarda yürüyüp durduk onunla. Ama artık dağlara ormanlara sığmaz oluyoruz.  Korona nedeniyle ertelediğimiz İzmir bisiklet turu her geçen gün, içten içe aklımızı kemirip duruyordu... Tamam diyoruz bu böyle gitmez, hadi İzmir olmasın da Dikili olsun diyor, düşüyoruz yollara.   Ve kısada olsa Akçay'dan Dikili Bademli'ye gidip (88 km) gelmenin (93 km) sonsuz hazzı ile içimizdeki yangını söndürüyoruz...

Bunun için yol arkadaşım Suat abiye, çook teşekkür ederim..

( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )

                               

Murat Turan - 2020


2 yorum:

  1. Selamlar dayı. Bademli çok sevdiğim bir lokasyon, çok anılarımız oluştu son yıllarda orası ile. Yollarını görünce memleketimmiş gibi hissettim. Killik ve arkasındaki Zindancık koyu ise tarifsiz güzellikte ancak genel olarak Bademli aşırı bakımsızdır ve her yer gibi orası da paragöz bir halka sahip. Sizlere iyi eğlenceler...

    YanıtlaSil
  2. Onur; gerçektende Bademli doğal güzellikleri, denizi ve koyları ile apayrı bir yer. Bizde alışkanlık oldu her sene oralarda kamp yapıp koylarında yüzmek... Umarım bir dahaki sefere birlikte gezeriz Bademli'yi... Kendine iyi bak, sağlıcakla kal...

    YanıtlaSil