BİSİKLETLE CUNDA MADEN ADASI (04.10.2020)
Bu yaz Cunda'yı su yolu ettim desem yalan olmaz. Cunda dediysem öyle çarşısı pazarı, kafesi restoranı anlaşılmasın. Ben doğa adamıyım. Sevmem taşa betona boğulmuş, insan güruhu içindeki caddeleri sokakları...
Cunda deyince benim aklıma önce Kuyulu koy gelir. Ve sonra Pateriça koyu, Yalancı Boğazı ve Maden adası...
Bizi bu adaya çeken bişeyler var arkadaş. Bak bu hafta yine dönüp dolaşıp rotayı Cunda'ya çeviriyoruz. Ama bu sefer her zamanki gibi bilmem kaç beygirlik lüks otomobillerimize binip, hemencecik kendimizi ışınlamayacağız adaya. Bu sefer demir atlarımızın terkisinde kendi beygir gücümüzle, çevremizin binbir güzelliklerini seyrede seyrede, ter döke döke gideceğiz adamıza... Ve her zaman ki gibi yol arkadaşım Suat abi ile...
İsterseniz buyrun bisikletlerimize atlayıp, hep beraber çıkalım bu maceralı yolculuğa...
04.10.2020, Pazar...
Erkenden kalkıyorum yatağımdan. Hava henüz alaca karanlık. Balkona çıkıyorum bi nefeslenip açılayım diye. Brrr!.. Havalar bi hayli serinlemiş. Giriyorum içeri, üzerimi değişip hemen iniyorum aşağı kata. Kahvaltımı ayak üstü, yoğurtlu yulaf ezmesi yiyerek yapıyorum. Ve çantamı alır almaz, atıyorum kendimi dışarıya. Acele ediyorum, çünkü; önce bağ evine uğramalı ve hayvanların yem ve sularını vermeliyim...
Hava biraz serince ama açık mı açık, güneşin iç ısıtan ışıltısı hemen yanıbaşımdan uzanıp giden akarsuyun üzerinde. Günün, daha doğrusu katedilecek yolların uzunluğunu aklımdan çıkarmadan, duygularıma gem vurup, pedallara yüklenmeden düşük tempo ile ilerliyorum.
Ve ikizçayın yeşile çalan sularını mesken tutan kaz ve ördek barınağı yanındaki çeşmeye gelince, su şişelerimi dolduruyor ve devam ediyorum yoluma...
HUZUR...
Bir süre sonra Ören yolundan köyüme giden yola sapıyorum. Ovaya girer girmez uçsuz bucaksız verimli toprakların nemli serinliği yüzümü yalıyor. Şimdilerde mısır tarlalarının hasat zamanı. Hasat edilen tarlalara ise çoktan karnabahar fideleri ekilmiş durumda. Fıskiyeler bütün şiddeti ile çalışıyor. Hava buram buram toprak kokuyor. Hani yağmurdan sonra insanı mest eden toprak kokusu vardır ya, işte onun gibi. Sabahın bu saatleri huzur veriyor insana...
Bir süre sonra Ören yolundan köyüme giden yola sapıyorum. Ovaya girer girmez uçsuz bucaksız verimli toprakların nemli serinliği yüzümü yalıyor. Şimdilerde mısır tarlalarının hasat zamanı. Hasat edilen tarlalara ise çoktan karnabahar fideleri ekilmiş durumda. Fıskiyeler bütün şiddeti ile çalışıyor. Hava buram buram toprak kokuyor. Hani yağmurdan sonra insanı mest eden toprak kokusu vardır ya, işte onun gibi. Sabahın bu saatleri huzur veriyor insana...
Köydeyim... Köpeklerim havlayarak, tavuklarım gıdaklayarak, ördeklerim ise vak vaklayarak karşılıyor beni. Her zaman ki gibi önce köpekleri çözüyorum zincirlerinden, koşup oynasınlar diye. Sonra yem ve sularını veriyorum tüm hayvanların...
Saat 09:20. Artık oyalanmadan gitmeliyim. Uzun ve yorucu bir gün beni bekliyor. Alfa ve Hera'dan özür dileyerek tekrar onları bağlayıp düşüyorum yollara...
Saat 09:20. Artık oyalanmadan gitmeliyim. Uzun ve yorucu bir gün beni bekliyor. Alfa ve Hera'dan özür dileyerek tekrar onları bağlayıp düşüyorum yollara...
MENTAL GÜÇ...
Çok sürmüyor Çoruk köyünü geçip, İzmir yoluna çıkıyorum... Artık akan bir trafikteyim. Arabalar, kamyonlar hızla geçip gidiyorlar yanımdan. Dikkatli olmalıyım. Taylıeli kavşağını geçinceye kadar vargücümle, durmadan pedal çeviriyorum. Taaki Burhaniye'nin İzmir yönündeki çıkış kapısı sayılan rampaya kadar. Bu rampa çok dik olmamakla birlikte, oldukça uzun bir rampadır. Vitesi küçülttükçe bacak hareketleriniz hızlanır ama aksine bisikletiniz milim milim ilerler. Çok uzun rampalar, gücünüz kuvvetiniz yerinde dahi olsa bıkkınlık ve de yılgınlık verir. İşte burada fiziki gücünüz değil, mental gücünüz devreye girer...
YOL ARKADAŞIMLA BULUŞMA...
Bu rampa kadar olmasada Karaağaç'a kadar, karşıma çıkan iki rampayı daha, biraz fiziksel ve birazda mental güçle aşıp Gömeç'e giriyorum. Ve her zamanki buluşma yerimizde, Suat abinin beni beklediğini görüyorum. İniyorum hemen bisikletimden ve geride bıraktığım 36 km'lik yolun hatırına biraz su içiyorum. Evet size garip gelecek ama buraya kadar hiç su içmediğimin farkına varıyorum. Hoş hava, öyle yakan, terleten cinsten değil ama yinede açık ve güneşli...
Bu rampa kadar olmasada Karaağaç'a kadar, karşıma çıkan iki rampayı daha, biraz fiziksel ve birazda mental güçle aşıp Gömeç'e giriyorum. Ve her zamanki buluşma yerimizde, Suat abinin beni beklediğini görüyorum. İniyorum hemen bisikletimden ve geride bıraktığım 36 km'lik yolun hatırına biraz su içiyorum. Evet size garip gelecek ama buraya kadar hiç su içmediğimin farkına varıyorum. Hoş hava, öyle yakan, terleten cinsten değil ama yinede açık ve güneşli...
Her neyse kısa bir nefeslenme sonrası, Suat abi önde ben arkada, bu seferde vuruyoruz Keremköy rampasına... Aslında yağ gibi yol. Geçen sene Çanakkale turunda bizi kanter içinde bırakıpta, bisikletten indiren, bisiklet elimizde kilometrelerce yol yürüten ne rampalar görmüştük. Ya bu yol öylemi! Vallahi yağ gibi yolda, bisiklet sürüyoruz arkadaşlar...
Nihayet rampa bitiyor ve bizde ana yoldan ayrılıp giriyoruz Keremköy yoluna... Dar ama zeytinlikler arasında şahane bir yoldan ilerliyoruz. Çok sürmüyor giriyoruz tarih kokulu Keremköye... Burayı sizlere ayrıca anlatmalı. Ama şimdi değil. Çünkü daha çook yolumuz var...
AYIP OLUR...
Zeytinlikler arasındaki dar yollar, bizi berrak ve masmavi bir deniz kıyısına çıkarıyor. Sağımızda boylu boyunca uzanmış Çiçek adası, önümüz de ise tarihi eski yağ fabirkasının kalıntıları ile upuzun bacası karşılıyor bizi... Manzara şahane, durup fotoğraf çekmemek ayıp olur diyor, alıyoruz bir kaç poz...
Ayvalık tarih kokan, adaları ve haliyle de tabiatı ile insanı mest eden bir yer. Anlatacak, yazacak o kadar çok şey var ki bu şehirle ilgili. Ama şimdi değil, Umarım bir başka sefere...
BOĞAZ KÖPRÜSÜ..
Ayvalık'tayız. Sahil boyunca sitelerin içinden ilerleyip ilk köprüden Lale adasına, oradan da bir başka köprü yani Türkiye'nin ilk boğaz köprüsünden Cunda'ya geçiyoruz...
Mutlu ve heyecanlıyız. Artık Cunda'dayız ama daha bizim Maden adasına, tozlu topraklı kilometrelerce yolumuz var...
Bir süre deniz sağımızda Cunda'ya uzanan asfalt yolda pedallıyor, geliyoruz solu Cunda merkeze, sağı pateriça koyuna giden bir yol ayrımına. Yol ayrımının tam çatısında, kafe olarak kullanılan bir yel değirmeni karşılıyor bizi. Soluklanıyoruz bir su içimi kadar burada. Ve sonra ver elini pateriça...
PATERİÇA'NIN TOZLU YOLLARI...
Bir kaç kilometre sonra asfalt yoldan çıkıp giriyoruz taşlı çakıllı, tırtıklı, zıplatan tozlu topraklı yollara... İşte şimdi tamam diyoruz. Geldik artık. Ne kaldıki şurada. Ya beş, ya altı kilometre. Artık bundan sonrası keyif pedalı olacak. Etrafımızı seyrede seyrede, sohbet ede ede süreceğiz bisikletlerimizi. Kar yolları kesmeden önceki, eski günleri hatırlayacağız...
Bir kaç kilometre sonra asfalt yoldan çıkıp giriyoruz taşlı çakıllı, tırtıklı, zıplatan tozlu topraklı yollara... İşte şimdi tamam diyoruz. Geldik artık. Ne kaldıki şurada. Ya beş, ya altı kilometre. Artık bundan sonrası keyif pedalı olacak. Etrafımızı seyrede seyrede, sohbet ede ede süreceğiz bisikletlerimizi. Kar yolları kesmeden önceki, eski günleri hatırlayacağız...
YALANCI BOĞAZ...
Saat 13;20. Tam 66 km pedal sonrası, Yalancı boğazdayız... Boğazın karşı yakasında maden adasını görünce, sabırsızlanıyoruz çocuklar gibi sebepsizce... Bağlıyoruz hemen bisikletlerimizi birbirine ve çantalarımızı sırtımıza atar atmaz, başlıyoruz maden adasına doğru yürümeye. Evet yanlış okumadınız. Denizin içinden yürüyerek karşı adaya geçeceğiz. İşin zevkli yanı da burası zaten. Adalar arasını yürüyerek geçmek. Hoş ben yüzmeyi tercih ederim ama dediğim gibi adalar arası yürümeninde bir başka hazzı olduğunu itiraf etmeliyim...
BİZDENDE DELİLER VARMIŞ...
Neyse yürüyoruz denizin ortasından karşı kıyıya doğru ve biraz ilerimizde bir şişme botun karaya oturduğunu, bottan aşağı inmiş üç kişinin ise şaşkın şaşkın sağa sola doğru bakındıklarını görüyoruz. Daha biz onlara yaklaşmadan uzaktan uzağa sesleniyor bize en yakında olan kişi. "Nasıl geçeceğiz denizin bu tarafına, Tavşan adasına nasıl gideriz" diye. Tarif ediyoruz dilimizin döndüğünce ve birazda sohbet. Ve anlıyoruz ki bunlar bizden de deli. Taa Altınoluk'tan küçücük bir plastik bota binen üç kafadar, ellerinde ne bir cihaz ne bir gps var, gelmişler Ayvalık takım adalarına, dön babam dön nereye gittiklerini bilmiyorlar. "Yola çıkarken hava ve rüzgar durumuna baktınız mı?" diyorum. "Yok vallaha bakmadık" demezler mi bide. Şaşıp kalıyorum, vallahi. Allah akıl dağıtırken siz pişpirik mi oynuyordunuz diye sorasım geliyor biran. Sonra boş ver diyorum. Ve bol şans dileyerek, ayrılıyoruz yanlarından...
Çıkıyoruz maden adasına. Onca yolun pedal çevirmişliğine ancak bu tuzlu ve serin sular iyi gelir diyerek, önce biraz yüzüyoruz burada... Ama masmavi rengi ve dipsiz derinliği ile asıl koyumuz adanın öbür yakasında bizi bekliyor. Onun içindir ki burada fazla oyalanmadan çıkıyoruz denizden. Giyiyoruz ayakkabılarımızı, çekiyoruz tozluklarımızı ve vuruyoruz keskin dikenli çalı çırpı dolu, makilik araziye...
DÜNYANIN EN GÜZEL KOYU...
Ve çok sürmüyor kolumuzu bacağımızı çizdirmeden geliyoruz bizim koya... Hiç oyalanmadan kendimizi mavi koyun derinliklerine bırakıyoruz. Yüzüyoruz durmadan bir o tarafa, bir bu tarafa doğru. Dalıp dalıp çıkıyoruz karanlık derinliklerine, çocuklar kadar mutluyuz. Hiç çıkasım yok ama yoruluyorum artık. Daha yürünecek yollarımız, gidecek adalarımız var... Çıkıyoruz denizden ve şöyle bir saate bakıp, durum değerlendirmesi yapıyoruz. Saat 14;45. Küçük maden adasına gidelim mi gitmeyelim mi, diye. Gelinen yol aynen bisikletle geri dönülecek. Zaman kıymetli. Otoyolda, gecenin karanlığında bisiklet sürmek istemiyorum. Tamam diyoruz, en azından tepeye kadar çıkıp, şu yüzdüğümüz koyu birde yukarıdan görelim, sonra geldiğimiz yoldan döner, gideriz diyoruz...
ŞÜKÜRLER OLSUN...
Ve vuruyoruz koyun yanıbaşındaki kayalık yamaçtan, yukarı tepeye doğru. Tırmanıyoruz bir süre sırta ve sonra durup şöyle bir arkamıza, daha doğrusu aşağıya doğru bakıveriyoruz... Muhteşem bir manzara... İşte bugün, bunca çevrilen pedalların sonunda ulaşılan ödülümüz... Tanrım, bu topraklarda yaşadığım için sana şükürler olsun. Evet bu bölgede yaşadığım için çook şanslıyım...
Artık geri dönmeliyiz. Düşüyoruz yeniden geldiğimiz yoldan çalı çırpıların içine ve kısa bir yürüyüş sonrası yeniden boğaza geliyoruz. Ve yürüyerek dalıyoruz denizin içine, hiç duraksamadan...
DEH DEH DÜLDÜL...
Saatler 15;40. Karşı kıyıda, Cunda adasındayız. Değişiyoruz şortlarımızı, yüklüyoruz eşyalarımızı yeniden bisikletlerimize. Ve atlıyoruz demir atlarımızın üzerine basıyoruz pedallara... Nedense bisiklete ne zaman demir at desem, aklıma hemen Zeki Müren'in "deh deh düldül" şarkısı gelir. Tıpkı şimdi olduğu gibi...
"Elmayı Alan Bilir Oy Oy
Şeftaliyi Satan Bilir Oy Oy
Güzel Kızın Sevmesini Oy Oy
Kimsesiz Yatan Bilir Oy Oy
Bahçevan Geldi
Deh Deh Dül Dül
Sen Düldülsün Ben Bülbül..."
Yolumuz pateriça'nın tozlu topraklı ama bisiklet sürüşü için deniz manzaralı, şahane yolları... Öylesine mutluyum ki. Hiç bitmesin dediğim yollar, nihayetinde tatlı bir tırmanışla zeytinlikler arasından, Cunda'ya uzanan asfalt yola çıkıyor...
Burasıda yükseltisi fazla olmamasına rağmen, şahane manzaralar sunuyor bize... Ve yine tatlı bir inişle, göz açıp kapayıncaya kadar, yeldeğirmenli kavşağa geliveriyoruz.
GÖRÜNMEZ KAZA...
Duruyoruz burada, iniyoruz bisikletlerimizden. Su içerken ayak üstü sohbetle, acaba Cunda'dan içeri ada merkezine girip, sahil boyunca mı ilerlesek diye düşünüyoruz. Ki bu arada arkamızdan bir araç gelip, yanıbaşımızda duruyor. Oda sağa ada merkezine dönecek ama neredeyse bana dokundu dokunacak. Ve ben ani bir refleksle geriye doğru bir adım atınca, hoop ne olduğunu anlamadan ağır çekimle, bisikletin üzerine düşmüş buluyorum kendimi. Bir bacağım aynakol ile pedal arasına sıkışmış, diğer bacağım ise tüm ağırlığı ile arka tekerin jant tellerinde... Eyvah diyorum. Yamuldu bizim düldül. Tabi yanıbaşımda beninle sohbet eden Suat abide, kısa bir süre şaşkınlık yaşıyor. Neyse ki bu şaşkınlık kısa sürüyorda, hemen elini uzatıyor bana ve kalkıyorum atımın üzerinden... Sonra Suat abi kardeş bişeyin yok ya diyor, ben diyorum ki bisikletim ne durumda... El yordamı ile hemen kontrol ediyorum ve önemli bişey olmadığını görünce mutlu oluyorum...
Ağlasam mı gülsem mi demeyeceğim, çünkü Suat abinin yanında ne olursa olsun asla ağlanmaz, hep gülünür... Maalesef bu vakaya dair de sizlere fotoğraf gösteremeyeceğim için üzgünüm...
Neyse olanlar oldu. Atlıyoruz bisikletlerimize, basıyoruz pedallara. Sabah geldiğimiz yollardan, köprülerden geçip hemencecik çıkıveriyoruz Ayvalık'tan Keremköy yollarına...
Ama öyle hemen terketmiyorum Cunda'yı. Çekiyorum bisikletimi yol kenarına, dönüyorum arkama ve bir göz kırpışı ile sessizce elveda diyorum sadece...
Sakin ve aheste pedal çevirişlerle Keremköy'ü geçip tekrar İzmir Çanakkale otoyoluna, sabah gelirken bizi zorlayan rampanın başına çıkıyoruz. Ama artık ineceğiz sadece. Ve bu inişin sonu Gömeç...
Saat 18;00. Gömeç'teyiz. Artık yol arkadaşımla vedalaşma vakti...
Neredeyse daha 30 km'den fazla yolum var. Güneşin batışına ise yarım saat. Geride kalan yolun bir kısmını, çaresiz karanlıkta gideceğim. Ama en azından, otoyoldan sapacağım köy yoluna kadar, gün ışığında gitmek istiyorum...
Asıldıkça asılıyorum pedallara. Yarış olsa, bu kadar güç harcamazdım herhalde. Ama şimdi farklı. Otoyol bu saatte oldukça kalabalık, bu dahada canımı sıkıyor. Bu arada bugün, sabahın kör vaktinde yaptığım kahvaltıdan başka yemek yemediğimi, daha doğrusu yemeye fırsat bulamadığımı, sadece öğlen saatlerinde Cunda'ya geçmeden önce, bir adet snickers bar çikolata yediğimi söylemeliyim. Ve şimdi ise enerjimin tükendiğini hissediyorum. Daha yolum uzun ve mutlaka bir bar çikolata daha yemeliyim. Giriyorum Karaağaç'ta, yol üzerinde bir markete. Bu sefer Karam alıyorum ve iki lokmada mideme gönderir göndermez, atlıyorum tekrar bisikletime...
Karaağaç'tan çıkar çıkmaz önce biraz iniş ve sonrasında kilometrelerce uzanan uzunca bir tırmanış. Güneş batmak üzere. Biran önce Burhaniye'ye varma isteğime rağmen, fotoğraf çekme arzusu ile bir kez daha duruyorum yol kenarında... Sanırım, karanlığa kalacağım...
Saat 19;20. Burhaniye'den dönüyorum köy yoluna. Artık yollar daha karanlık ve daha ıssız. Tepe lambamı yakıyorum, biraz olsun önümü görebilmek için. Her şeye rağmen yanımdan hızla giden araçların azlığı huzur veriyor bana... Birde sadece pedala basmak ve karanlığa doğru ilerlemek...
Saat 20;00. Ve nihayet geliyorum karanlık yollardan evimin aydınlık sokağına...
SON SÖZ...
Tek kelime ile unutulmaz bir gün yaşadığımı söylemeliyim. Düşünün bir kere. Tam 128,5 km boyunca bisiklet sürüyorum. Adadan adaya yürüyerek geçiyorum. Cunda'nın en güzel koylarında yüzüyor, en bakir topraklarında yürüyorum. Ve zerre sıkılmak yok, yorgunluk yok ve hatta yemek yemeyi unutacak kadar zaman kavramı dahi yok. Var olan tek şey mutluluk...
Bütün bunlar tabiki bir yol arkadaşı, aile dostu ve bir ağabeyi ile dahada anlam kazanıyor. Bunun için değerli Suat abimize, çook teşekkür ediyorum...
( http://muratinayakizleri.blogspot.com.tr/?m=1 )
Murat Turan - 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder